Sevda bir yürekte filizlenirken hiçbir sosyal ya da fiziksel konumu gözetmez. Seven ya da sevilen, zengin mi, fakir mi? Güzel mi, çirkin mi? Sağlıklı mı, engelli mi? diye sorular sormaz. Kimi gönül sarı saçlara dolanır, kimi gönül kara gözlere vurulur. Aşk bazen güneşin doğması kadar doğal ve zamanında düşer kalbe, bazen de yalancı baharlara inanan çiçekler gibi erkenci davranır. O yalancı bahara inanıp açan ve üşüyüp dökülen çiçekleri, mevsim unutsa bile dal unutmaz. Bir dahaki bahara yeniden o çiçekleri yeniden açmak için bekler. Tıpkı Abdürrahim Karakoç’un gençlik aşkı Mihriban’a duyduğu aşk gibi, ayrılıklara yenilmeyen ve içten içe kanayan, şiirlerde, şarkılarda, türkülerde yaşayan aşklar da sık sık görülür gönül diyarında.
Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban!
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban!
Sevgilinin her hareketiyle saçlarında titreyen bir gönül sahibi vardır uzaklarda. Rüzgarın her savuruşunda o sarı saçların ucunda bir mavi boncuk gibi dalgalanan ve kilometrelerce uzakta onu ölümsüzleştiren şiirler yazan bir aşıktır o. Ve o ayrılıktan zor olmadığını bilir ölümün. Hayat onu yeni yollara düşürse de yeni mevsimle başka çiçekler açsa da kaleminin ucundan sızar yüreğindeki hasret.
Yâr deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lâmbamda titreyen alev üşüyor
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban!
Yar deyince kalem elden düşer, göz görmez, akıl şaşar, hatta lambada titreyen alev üşür ama onun yüreğindeki yangın sönmez, kor küllenmez. Çünkü sevgi elle tutmak, gözle görmek, kulakla duymak değil, kalpte tutmak, gönülde görmek, içinde duymaktır sevdiğini. Rochefaucauld, “rüzgâr alev için ne ise ayrılık da aşk için odur; küçük alevi söndürür, büyük alevi daha çok parlatır” der. İşte büyük aşklar ayrılıklardan böyle beslenir.
Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban!
Sevgilinin nazı, sözü ve hilesi, seveni dillere düşürür. Burada çağın bir önemi yoktur. Gerçek sevenlerin töresi Âdem ile Havva’dan beri aynıdır. Heinrich Heine, “aşk, yepyeni kalabilen eski bir masaldır” derken sanırım bunu kastediyordu. Günümüz aşkları bir rüzgarla sönen alev gibiyse bu aşkın suçu değil, büyük sevmeyi unutan insanların kabahatidir. Çünkü aşk, dünyadaki en tatlı meyvedir. Eğer senin toprağın çorak, suyun acıysa ve meyveyi besleyemiyor. yetiştiremiyorsan, bu niye meyvenin suçu olsun ki? Motaigne’nin şu sözü günümüz insanlarına aşk hakkında söylenebilecek en isabetli tanımı yapıyor sanırım. “Aşk, utanmanın ve çekinmenin olduğu yerde vardır.”
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban!
Aşk acısını iyileştirecek ne tabip vardır ne de o yarayı otayacak doğada bir bitki bulunur. Onun ilacı, yârden gelecek bir muştudur. Ötesi aranmaz aşkın. Her nesne bir noktada tükenir, dünyanın, kâinatın bile bir sınırı vardır ama aşka hudut çizilemez. Aşkın hududu iki yürek arasında bir sonsuzlukta yiter gider. İlacı sevgili, sınırı sonsuzluktur.
Boşa bağlanmamış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım kara bahtın tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban!
Aşk sevgilinin bağrında öyle çiçek gibi narin narin durmaz her zaman. Ayrılık bir yanardağ gibi faaliyete geçtiği zaman kar da yetmez söndürmeye artık. Gönül büyük bir tahammül gösterse de bazen onu taştan taşa çalmak, ezmek ister hale gelebilir, ama nafiledir bütün bunlar. Zira aşk eğilmez, bükülmez...
Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi, gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban!
Peki bunca insanı kasıp kavuran, adına şiirler yazılan, türküler yakılan aşkın bir tarifi var mıdır? Birçok aşık, birçok şair kendince bir tarif getirse de tam bir tarif ortaya konamamıştır. Ancak Sevgili Peygamber’imiz en güzel tanımlamayı yapmıştır: “Kördüğüm gibi.”
Sevgiyle kalın.