Alacakaranlık…
Yani yarı aydınlık… Şu yukarıdaki başlığın anlamını söylüyorum.
Alacakaranlık; yarı aydınlık demek… Güneşin doğmasına yakın beliren, doğmasından az önceki ya da batmasına yakın görülen, batmasından az sonraki yarı aydınlık.
Hayat gibi… Yaşamak gibi…
Bazen görünen aydınlık hissin çoğu zaman tersine dönüvermesi hali. Bu hunharca kahkaha atarken birden bire bir hikâyenin akla gelmesi, gözden yaşlar boşalması…
Şimdi bu minvalde bir yazı kaleme alacaktım. Ancak etrafımdan gelen “çiçek, böcek, kuş” yazılarına ne zaman son vereceksin isyanı aklıma geliyor. Böyle bir yazı yazmaktan vazgeçiyorum.
Ben de isterim tarihi gerçeklerle ilgili bir şeyleri yazmayı, ben de isterim dopdolu seri halinde hap bilgilerle dolu yazılar ortaya çıkarmayı… Lakin olmuyor. Herhâlde diyorum nazara geldim.
Nazar mı değdi bana?
Sahi ne diyorsunuz? Zihnimin ve kalbimin köşe yazısı konusunda, elini eteğini çekmesinin nedeni ne?
Yeni evliliğin getirdiği sorumluluklar mı? İş hayatı mı? Doktora yapıyor olmam mı? Koşturmacam mı? Bitmeyen bir hızla oradan oraya sürekli savrulmam mı? Artık nerede olduğumu kestiremediğim, uyku düzenimin bozulduğu, sürekli kendimi bir kitap okurken bulduğum, sürekli sunum hazırladığım ve bitmek bilmeyen ödevler silsilesinin içinde kalmam mı?
Bunlar olabilir mi, sadece baharlı bahçeli, çiçekli böcekli yazı yazma sebebim? Bence bunun üstüne bir düşünün…
Belki hak verirsiniz.
Hak vermezseniz de sağlık olsun. Hepinizi daha içi dolu yazılar için biraz daha bekleteceğim. Hem zamana hem ilhama ihtiyacım var.
Şimdilik vedalaşalım.
Döneceğim…