Her gün sabah erkenden kalkardı Mustafa. Manav dükkanını ustası gelmeden açar, etrafı süpürür, meyve sebze koydukları ahşap tezgahı düzenlerdi. Kahvaltı etmeden çıkardı evden. Ali amca halden geldikten sonra beraber ederlerdi kahvaltıyı. O günde yine dükkanı açtı, günlük işlerini halletti ve bir sandalye atıp kapının önüne oturdu. Nedense son günlerde aksayan ayağı sık sık ağrıyordu. Eliyle ovuştururken ustası Ali amca üç tekerlekli motoruyla durdu tam karşısına. Hemen kalktı, ona yardıma koştu. Ayağının ağrısını unutmuştu. Ustasını çok severdi, babası öldükten sonra anasıyla kaldığından beri mahallenin manavı Ali amca ona iş vermiş, eve ekmek götürmenin rahatlığını, gururunu duymasına vesile olmuştu.
Mustafa hiç okula gitmemişti. Yaşıtlarının okula başladığı yıl sağ ayağını ağaçtan düşerek kırmış, yarı cehalet, yarı ihmalle ayağı sakat kalmıştı o günden sonra. Okul ise ikinci plandaydı, sonra babası da ölünce öylece kalmıştı. 70'li yıllar öyleydi, tahsil hayatından çok meslek hayatı öncelikli sayılırdı. Yaşadıkları mahallede Mustafa gibi çeşitli sebeplerden dolayı okula gitmeyen çok arkadaşı vardı. Zamanla okuma yazmayı ustasından öğrenmiş, gazetesini kitabını okumayı da ihmal etmemiş hatta ufak tefek şiirler, küçük hikayeler bile yazmaya başlamıştı. Askerlik de yapamadığı için sürekli bu kenar mahallede kalmıştı. Her şeye rağmen mutluydu Mustafa annesiyle ve bu dükkandaki hayatını seviyordu.
Bir gün dükkanın kasasında otururken karşı kiralık eve birilerinin taşındığını gördü. İnsanları sevdiği için evin şenlenmesinin mahalleyi de şen kılacağını düşünerek sevindi. Genç bir çiftti yeni komşuları, bir de bebekleri vardı. Derken onlar da mahallenin o sıcak ortamına uyuverdiler. Zaman birkaç yıl ilerledi. Bir yaz günü o komşuların evine iki misafir geldi. Yaşlı bir adam on yedi on sekiz yaşlarında bir kızla karşı komşunun kapısından içeri girdiler. Adam iki üç gün sonra gitti ama genç kız kaldı. Mustafa her zamanki gibi işinde gücündeydi. Bir öğle sonu sakinliğinde sandalyesinde otururken karşı pencerede o genç kızın kendisine baktığını gördü. Önce pek önemsemedi, ama bu sahne birkaç hafta devam edince aklı kaymaya, gönlü kıpırdamaya başladı.
Hele o mayıs ayının, çiçekler açan, güneşin sıcacık sarmaladığı sokaklarda her şeyin adeta yeniden var olmaya başladığı o tatlı günü, o simsiyah bakışların içine düştüğü anı hiç unutmayacaktı Mustafa. Adını da öğrenmişti: Birgül. Evet aşkla ilk o gün tanışmıştı. Birgül, zaman zaman mahalledeki komşu kızlarından Hatice'yle dolaşıyor, onunla arkadaşlık ediyordu. Ancak Mustafa kızlarla özel konuşmayı bilmiyordu. Onlar dükkana gelir üç kilo elma, iki kilo erik falan isterler o da tartar verirdi, hepsi bu. Son zamanlarda Hatice, kendisine Birgül'den söz ediyor, güzel kız olduğunu falan ima ediyordu. Mustafa'nın yüzü kızarıyor, bir şey diyemiyordu. Ama yalnız kaldığında hep Birgül'ü düşünüyor, kalbinde bir volkan faaliyete geçiyor, lavlarını bütün vücuduna akıtıyordu. Ve sakat ayağı daha çok ağrıyordu böyle zamanlarda.
Birgül ise ısrarla Mustafa'ya bakıyor bir şey söylemesini, bir işaret vermesini bekliyordu. Ama Mustafa hiçbir mukabelede bulunmuyor, sadece bakıyor sonra da başını yere eğiyordu. Dükkana geldiği bir gün Hatice, Birgül'ün, Mustafa'nın gözlerini çok beğendiğini, yeşil bakışlarını çimene benzettiğini söyleyiverdi. Mustafa az kalsın düşecekti, elindeki kesekağıdını tezgaha bıraktı, son anda sandalyeye oturdu. "Birgül'ün gözleri de çok güzel Hatice" dedi. "Ama olmaz" dedi. "O çok güzel ve ben o güzelliğe kıyamam. O çok güzel evlerde yaşamaya, tam bir adamla evlenmeye layık güzelliğe sahip, ben böyle değilim" deyiverdi. Sonra Hatice ne dedi, nasıl itiraz etti hiç duymadı.
Bir yaz boyu Birgül o evde kaldı ve Mustafa'ya matem dolu gözlerle baktı durdu. Mustafa artık bakmıyordu ona. Derken yaz bitti, o Birgül'ü getiren adamı görüverdi Mustafa. Kurşun yese bu kadar sarsılmazdı herhalde, ateşli lavlar yeniden yürüdü içinde bu sefer daha yakıcıydı, çünkü aşkın ateşi bahar güneşi gibi yakarken, hasretin ateşi ağustos sıcağından beterdi. Adam birkaç gün kaldıktan sonra bir sabah geldikleri gibi Birgül'le beraber gittiler. Birgül, yalvaran bakışlarla caddenin sonundaki caminin yanına kadar dönüp dönüp baktı Mustafa'ya. Mustafa da ona bakıyor adımlarını yüreğinde hissediyordu. Bakışları, kızın bakışlarında düğümleniyor, yüreğindeki cehennem ikisini birden yakıyordu. Ve Mustafa'nın ayağı ağrımıyordı artık, ya ağrımıyor ya da kalbindeki ağrı onu duymasına izin vermiyordu.
Birgül'ün bakışları köşede kıvrılan yolda kaybolduğunda Mustafa'nın içinde bir ömür sürecek yangını başlatıyordu.