Büyük düşünürler ve liderler, toplumların kriz dönemlerinde ortaya çıkar.Tarihsel süreçte İslam dünyası bugüne kadar birçok kriz yaşamıştır. Bilindiği gibi İslam medeniyeti, birinci/yedinci yüzyıldan beşinci/on birinci yüzyıla kadar bilim ve felsefe, sanat ve edebiyat, ilahiyat ve teknoloji vb. alanlarda yükselişini kat kat sürdürmüştür. Ama ne yazık ki, Moğol istilasıyla gelen öldürücü darbe neticesinde büyük bir kriz yaşamıştır. Şüphesiz bu kriz, beraberinde medeniyet alanında tedrici bir duraklama dönemini yaşamayı getirdi. Bağdatın düşüşü diye adlandırılan bu dönemde İslamın politik ve kültürel büyüklüğünün en önemli anıtları yok edildi. Fakat yine de bu medeniyet ölmedi. Tekrar Moğolların küllerinden yeniden doğdu, İslam onları ve çocuklarını kuşattı ve meydan okumasını sürdürdü. Aynı dönemlerde Anadolu Doğudan Moğolların, Batıdan Haçlıların saldırılarına tanık oldu. Ama, İslam uygarlığı, ölmedi, aksine yenilendi. On sekizinci yüzyılın başından on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar olan devrede tekrar gerileme dönemi yaşadı. Bu, Osmanlının parçalanmasıyla birlikte modernitenin yol açtığı bir krizdi. Fakat, uygarlık tarihçilerinin ifadesine göre, Osmanlı yıkılan bir medeniyetin adı değildir, durdurulan bir medeniyetin adıdır. Önündeki tarihi engeller kaldırılınca, tekrar büyük yürüyüşüne devam edecektir. Bu medeniyet yok edilmedi, sadece durduruldu. Maddi anlamda batının iki yüz yıl gerisine düştü. Milletlerin tarihinde iki yüz yıl çok fazla bir şey değildir. Bütün işaretler gösteriyor ki, bugün, İslam medeniyeti üçüncü bir yükselişin eşiğindedir. İslamın yenileyici dinamikleri varolduğu sürece, Müslüman kültürü yeniden kendini üretecektir.İslam Tarihinde Moğol istilasının yol açtığı kriz, Hz. Mevlânâ gibi büyük bir düşünce ve irfan adamını oraya çıkarmıştır. Mevlânanın yaşadığı dönemin oldukça sıkıntılı bir dönem olduğunu hepimiz biliyoruz. Hicrî yedinci asır, İslam Dünyasının yakılıp yıkıldığı, talan edildiği bir dönemdir. Ümitsizliğin, kötümserliğin, hatta İslamın bir inanç sistemi, bir kültür ve medeniyet olarak geleceğine şüphe ve endişe ile bakmanın oldukça yaygın olduğu bir dönemdir. Mevlânâ, bu menfi gelişme karşısında boş durmamış, his ve fikir plânında büyük bir mücadele vermiştir. O, Kelam ve Felsefe sahalarında tartışılan meseleler hakkında birinci elden bilgiye sahiptir. Buna rağmen o, sözkonusu meselelere çözüm getirmek istediğinde kelamcıların ve filozofların yöntemini takip etmez. Soyut terimlerin işgaline uğramış istidlâl şekilleriyle ömür tüketmek, Mevlânânın işi değildir. O, öyle şeyler söylemeliydi ki, kafa da rahatlasın, gönül de; âlim de bir şey öğrensin, testici de.(Aydın Mehmet, İslam Felsefesi Yazıları, İstanbul, 2000, 96).İşte Mevlânâ, İslam Dünyasının büyük bir yıkıma uğratıldığı dönemde, Müslüman vicdanlara yılgınlığı, bedbinliği değil, çağının sorumluluğunu taşıyan bir mütefekkir olarak, tekrar varoluş ve umut rûhunu yeniden aşılamıştır. Elbette kriz dönemlerinde yaşamış insanların bazı muğlak tarafları vardır. Bunu normal karşılamak gerekir. Çünkü onlar, normal dönemlerin insanı değildir. Önemli olan onların, varlık-yokluk mücadelesinin sürdürüldüğü dönemdeki yol gösterici tavırlarıdır. Mevlânânın bu tavrı, yaşadığımız yüzyılda hâlâ varlığını sürdürüyorsa, onun düşünce dünyasının temel kaynaklarına ve mesajına bakmak gerekir. Sosyolojik manada kriz dönemleri, toplumların hayata tekrar tutunmak için, yol gösterici büyük mürşitleri/kurtarıcıları aradıkları dönemlerdir. Yani, kurtarıcı beklenen dönemlerdir. Bu noktada Mevlânâ, tarihi misyonunu mükemmel bir şekilde yerine getirmiştir. Dolayısıyla, Mevlânâ felsefesinde ümitsizlik ve kötümserliğe yer yoktur. O, bir kimse, iman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kafirim sözüyle, insana umut kapılarını açar ve rûhun sonsuzluğuna inşirah üfürür. Bu ufku genişliğin bir alâmetidir. Mevlânâ insan hayatında kötülük sorununa da değinir. Onun düşünce dünyasına göre, eşyada aslolan ibâhadır. Varlıkta iyi ve kötü diye bir şey yoktur. Ancak, bazı kimseler nezdinde eşya iyi ve kötü şeklinde bir değer yargısına sahiptir. İyi ve kötü gibi değer yargıları, insanın kişisel kaprislerine ve ihtiyaçlarına, öte yandan düşünce, bilgi ve kültürel düzelerine göre değişir. Dolayısıyla kötülüğün bir gerçek olduğunu kabul eden Mevlânâya göre bu dünyada mutlak olarak kötü bir şey yoktur. Kötülük izâfidir, özneldir. Buna göre, şuna göre değişir. Örneğin, yılanın zehri kendisi için hayattır, insan içinse ölümdür. Yine Zeyd, birine göre iyidir, bir başkasına göre kötüdür. Öyle şeyler oluverir ki, siz, onlardan hoşlanmazsınız, halbuki o, sizin için hayırlıdır (bkz. el-Bakara, 2/216; en-Nisâ, 4/19) âyetine vurgu yapan Mevlânâ, insan hayatının kötümserlikten zîyade iyimserlik tarafı ile ilgilenir. (Mevlânâ, Mesnevî, 1974, IV, 4-6). Acı ve ıstıraplar, nihâi iyiliğimiz için tahammül etmemiz gereken tedaviler gibidir. Dünyadaki acı ve ıstıraplar da insanların daha büyük iyiliklere ulaşmaları açısından gerekli olan kılık değiştirmiş iyiliklerdir. (Gazzâlî, Kitâbul-Esnâ, 1409, 40). Ama yine de Mevlânâ, kötülükler karşısında pes etmeye, ne yapayım bu benim kaderimdir gibi yaklaşımlara karşıdır. O, her ne olursa olsun, kötülüklerle mücadele edilmesi taraftarıdır. Yüce Allah diyor Mevlânâ; sıcağı, soğuğu, zahmeti, derdi bedenlerimize havale etmiştir. Bütün bunlar; korku, açlık, malların azlığı, bedenimizin hastalığı, hepsi can nakdinin meydana çıkması içindir. Vaîdlerle tehditler, iyi ve kötüyü ayırdetmek içindir. (Mevlânâ, Mesnevî, 1974, II, 227). Bu sebeple Mevlânâya göre, kötülükler karşısında olgun müminin pozisyonu, sopa yiyen porsuğun durumu gibi olmalıdır. Nasıl ki, sopa yiyen bir porsuk, dövüldükçe okları daha çok sertleşir ve mukavemet etmede kuvvet kazanırsa, mümin de zahmetler ve meşakkatler karşısında direniş gücünü daha da artırmalı ve metanetini korumalıdır. (Mevlânâ, Mesnevî, 1966, IV, 8-9).