Amerikalı siyaset bilimci ve Harward Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Başkanı Samuel Huntington’un, 1996 yılında kaleme aldığı Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adlı kitabında 21. yüzyılın savaşlarının, “medeniyetler arasında bir savaş” olacağını ileri sürmüş ve savaşın taraflarını da, “Hilal ve Haç” simgeleriyle tanımlamıştı. Ona göre bu savaş, dinler arasında değil, İslam ve Hıristiyan medeniyetleri arasında geçecekti.
Ünlü oryantalist Bernard Lewis ise, Huntington’un aksine, genel manada “medeniyetler çatışması değil, asıl medeniyet içi çatışmalar yaşanacak, İslam kendi içinde çatışacaktır” iddiasını ortaya atmıştı. Özellikle gerek medeniyetler çatışması ve gerekse medeniyet içi çatışmalar tezini ortaya atan kimselerin stratejilerinin arka planında, İslam dünyası üzerinde hem fiziksel ve hem de fikri planda yeni sömürü projeleri yatmaktadır. Maalesef bu sömürü projesinin altında yatan gerçek, “enerji koridorlarını” ele geçirme savaşlarıdır. Masa başında komplocu bir mantıkla üretilen bu projeler, 11 Eylül (2001) olaylarıyla birlikte İslam Dünyası üzerinde uygulama alanına konmuştur. Genellemeler yapılarak “hiçbir Müslüman terörist değildir, ama terör yapan herkes müslümandır” gibi bir mantıkla gerek Irak ve gerekse Afganistan işgal edilmiştir. Amaç, güçlenen Asya’ya karşı enerji koridorlarını kontrol altına almak ve körfez petrollerini yönetmektir.
Medeniyetler arasında bir rekabet mücadelesi olabilir ama bir çatışma olmamalıdır. Çünkü çatışma ve mücadele arasında ontolojik anlamda farklılıklar vardır. Eğer Kur’an’da anlatılan “te’aruf” söyleminden hareket edersek, bir Müslüman olarak her zaman çoğulculuktan yana bir tavır sergilememiz bu durumu kaçınılmaz kılar. Bunun içinde farklı din, mezhep ya da etnik kökene mensup insanlar olabilir. Hele dil ve etnik farklılık, Allah’ın bir yasasıdır. Teolojik açıdan dil ve etnik farklılıklarından dolayı insanları tahkir etmek ya da karalamak, Allah’ın herhangi bir ayetine karşı çıkmakla sonuç bakımından eş değerdedir. Kaldı ki etnisite, toplumlar arasında çatışma nedeni değil, birbirlerini tanımalarında önemli bir belirleyicidir.
Tarihte sadece Musevilerle Hıristiyanlar arasında değil, Hıristiyanların kendi aralarında da uzun yıllar süren mezhep savaşları yaşanmıştır. Öyle ki Hıristiyan bir mezhep diğer Hıristiyan mezhebin yorumunu meşru görmediği için ötekileştirdiği mezhep mensuplarına ya savaş açmış ya doğup büyüdükleri topraklarından sürmüş ya da zorla mülteci konumuna getirmiştir. İslam tarihine dönüp baktığımız zaman Batı’da olduğu gibi bu anlamda ne aynı dine inanan ne de ayrı mezhebe mensup olan Müslümanlar arasında din ve mezhep kaynaklı bir çatışma olmamıştır. Eğer münferit vak’alar yaşanmışsa, bunun sebebi din ya da mezhep farklılığından dolayı değil, siyasi ve ekonomik nedenlere bağlı ya da dış mihrakların kışkırtmasına dayalı olarak gerçekleşmiştir. Hele hele İslam toplumlarında Batı’da yaşandığı gibi mezhepler arası bir çatışma asla yaşanmamış, mezhep farklılıkları rahmet ve zenginlik kaynağı olarak görülmüştür. Ama ne var ki bugün Pakistan, Irak ve bazı İslam coğrafyalarında azami müştereklerimiz birliğimizin kökleri olması gerekirken, farklı Müslüman gruplar birbirlerine saldırılmaktadır. Bu konuda kanaat önderleri uyanık olmalı ve Müslümanlar gerçek İslam’la tanıştırılmalıdır. Maalesef bugün çoğu dini akımların vahdet, kardeşlik kavramlarına yüklediği anlamlar Kur’an ve sünnetin yüklediği anlamlardan çok uzaktır. Vahdet dediği zaman, kendi İslam yorumunda ve hizbinde birleşmeyi, kardeşlik dediği zaman kendi cemaatine doğal üye olmayı kastediyor. Herkes kendi din anlayışını ve cemaatini “hak” olarak değil de “ehak” olarak görürse, orada ‘tekfir’cilik yeşerir. Böyle bir zihniyete sahip olan kimseler, kendisinden görmediği dindaşlarını tekfir etmekle kalmıyor, tarihte hâricilerin yaptığı gibi ona yaşama hakkı tanımıyor. Böyle bir menfur sonuçtan da “İslam kendi içinde çatışacak” diyen oryantalistlerin tezleri doğrulanmış olarak çıkıyor. Dünya ölçeğinde başta İslam konferansı, dini eğitim-öğretim yapan müesseseler olmak üzere, bir takım resmi ve gayr-i resmi Müslüman kuruluşlara büyük görevler düşüyor. Müslümanların kendi aralarında vahdet ve kardeşliği tahkim edilmezse, güçleri zaafa uğrar bundan da ‘ağyar’ yararlanır. Onun için bütün bir İslam âleminde Müslümanların bilgi düzeyleri Kur’an ve sünnet istikametinde yeniden yükseltilmeli, farklı İslam yorumlarının dinin kendisi olmadığı Müslümanların kafasına iyice yerleştirilmelidir. Elbette medeniyetler arası ittifaktan söz ederken, İslam kendi içindeki kardeşleriyle diyalogun ötesine geçmeli ve din kardeşliğinin gereklerini yerine getirmelidirler. Öte yandan, hikmete dayalı bilgi, adalet temelinde egemenlik ve dışa açıklık politikasıyla Müslüman dünya medeniyetler bağlamında iş yapabilir. Yoksa bugün “medeniyetler ittifakı” lafı, salt tek yanlı bir medeniyetin dayatmalarına boyun eğmek haline dönüşürse bunun adı ittifak değil, ihtilafların derinleşmesi olur.