Bugün Beyşehir gölünde balıklar ölmekte tıpkı diğer göller gibi. Kızılırmak kurumakta tıpkı diğer nehirler gibi. Çevremiz kirlenmekte, çölleşmekte ve çirkinleşmekte.
Beyşehir gölünün güneybatı kıyısında 1227’de Kubadabad sarayı yapıldığında çevrenin tasviri verilir. Kaynaklardan gelen suları, su kuşlarının bol olduğu sazlıkları İbn Bibi tarif eder:
“Sultan, soylu atının sırtında Kayseri’den Süleyman gibi mutlu ve neşeli menzilleri aşıp Ağırnas’a vardı. Karşısına öyle bir yer çıktı ki, eğer cennetin bekçisi görse, orayı cennetten ayırt edemez, oradaki meyve ağaçlarını alıp aşılamak için cennet bahçesine götürürdü. Şiir: Cennet gibi güzel bir dağ eteği. Yoksa, gök oranın toprağına amber mi saçmış? Yeri yeşillikten firuze rengini almış. Laleden üzeri sanki kan lekelerine dönmüş. Nesrinden, yasemenden ve nesterenden meydana gelen güzel bir çemen değil, sanki gökyüzü. Her köşesinden gülsuyu akan bir çeşme. Oradan akan sanki su değil parlak bir kristal. Hava misk kokulu, yer güzelliklerle dolu. İçinde her cins av hayvanı dolaşmakta. Süt gibi tatlı, sulu, yeşil renkli bir gölü var. Üzeri kadifenin kıvrımları gibi dalgalarla dolu. Oranın üzerinde 20 ada saydım. Hepsi meyve ve ağaçlarla dolu. Göl tarafından bir çeşme akmakta. Ondan içen yaşlılar gençleşmektedir. Oradan buz gibi soğuk ve şarap gibi lezzetli bir su akmakta.” diye yazılan yerde Sultan, Sadettin Köpek’e güzellikte cennete benzeyecek, nezaket ve çekicilikte efsanevi sarayları geride bırakacak bir saray yapılmasını emreder. Planını da çizer. Her taraftaki eyvanında Zühre yıldızına gazel söyletecek, Zühal yıldızına çatısında kaşık oynatacak bir saray resmeder Sultan. Gölgesi göle düşen şahane Kubadabad böyle anlatılır metinlerde. 13. yüzyılın Anadolu peyzajı ve mimari zevki bugün nerede? O yüzyılda Haçlı Seferleri’nin aç gözlü saldırılarına uğrayan ülkede bunlar yapılırken bugün zevk ve duyuştan uzak düşmenin anlamını kimse merak etmez mi ola? Bu mimari ve tabiat çevresinde aydınlanma yaşanması Mevlana’nın dört bir yana şan salması tesadüf müdür? Anadolu Selçuklu medeniyetinin kadınlarının yaptırdıkları külliyeler, kervansaraylar, darüşşifalar neyi temsil etmektedir? Kültürel ve sanatsal coşkunluk yalnızca mimaride değil, tasvirler içeren kitap sanatında da görülür. Edebi, zihinsel ve görsel kültürler arasında köprü kuran tasvirler, el yazmaları resim üretiminin çokluğunu işaret eder.
Osmanlı medeniyeti bundan da ileri bir medeniyet olarak tarihe geçer. Şimdi Osmanlı ve tarih merakına bakınca geç kalmış da olsa sevindirici bir telaş var içimizde. Sarıkamış vakasını yerinde çeken Atv sunucusu bey “Anzaklar gibi şehitlerimizi unutmamalıyız” diye edebiyat parçalıyor. İnsanın içi parçalanıyor gerçekten. Film afişlerine bakıyorum yollarda: “Son Osmanlı Yandım Ali, Eve Giden Yol 1914, Cenneti Beklerken.”
Derviş Zaim
Çektiği “Cenneti Beklerken” çok iyi animasyon, fotograf ve görsel malzeme sunuyor. Ama bu sinema değil. Sinema dili zayıf olduğu gibi kahramanlar kağıt bebekler halinde. Osmanlı askeri namusuna el uzatılacak, tekin olmayan bir kervansaraya kadın gönderir mesela. Osmanlı kaba saba insan. Osmanlı saray azameti asla kurgulanamadığı gibi Osmanlı çapulcular sürüsü halinde davranan karakterlerden oluşuyor (daha doğrusu karaktersizlerden). O dünyanın kültürünü, insan duygularını işleyememiş ve derinleşememiş bu film yönetmenliği mesaj üstüne kurulu. Bu mesaj verme hastalığından kurtulamayan Türk sineması duyguyu yakalayamıyor bir türlü. Bunu yakalayan “Babam ve Oğlum” ise gişe rekoru kırdı. 12 Eylül filmleri de, Osmanlı dünyası iddiasındaki filmler de fetva verme sevdasında hep.