Medyada "Atatürk İlah değildir" tartışması... Kim ne yazdı?

Edirne'de 10 Kasım'da yaşanan Emine Ş adlı öğrencinin tutuklanmasıyla sonuçlanan olay köşe yazarlarının da gündemindeydi. Peki yaşanan olayla ilgili kim ne yazdı?

Edirne'de 10 Kasım'da yaşanan Emine Ş. isimli öğrencinin tutuklanmasıyla sonuçlanan olay köşe yazarlarının da gündemindeydi. Peki yaşanan olayla ilgili kim ne yazdı?​ İşte cevabı...

 

 

 

"ATATÜRK İLAH DEĞİL DEMEK" HAKARET MİDİR?

"Mustafa Kemâl Paşam, ne istersen iste benden, / İstersen ayıralım dinle devlet işlerini, / İstersen asalım bütün hoca ve müridleri, / İstersen kapatalım bütün İmam Hatipleri"...
Sosyal medyada, yaklaşık otuz kişilik bir taraftar grubunun, kalabalık bir sokak ortasında yaptığı bu "tezahürat" videosuna rastladım. Hiçbiri, tutuklanmayı bırakın gözaltına dahi alınmadı. Üstelik sözlerinde halkı kin ve düşmanlığa tahrikten öte şiddete açık çağrı vardı.
Öte yandan 10 Kasım sabahı Edirne'de, Atatürk büstü önünde saygı duruşunda bulunan kişilerin yanına gelip, "Burada ne oluyor, neden bekliyorsunuz? Bu bir kıyamdır" şeklinde onları protesto eden E.Ş. İsimli çarşaflı öğrenci ise anında polis tarafından ağzı kapatılarak gözaltına alınıp tutuklandı. Demek istediği anmadaki duruşun namazdaki ayakta duruşa benzerliği üzerinden, "Yalnızca Allah'ın huzurunda kıyamda durulur, büstlerin önünde değil" idi muhtemelen. Medyaya ise nedense "Atatürk ilah değildir" dediği ve bu yüzden tutuklandığı yansıtıldı.


Kimileri bunun şahsi bir protesto olduğunu söylüyor. Olabilir. Kimileri ise provokasyon olduğunu söylüyor. Olabilir. Böyle olsa dahi, E.Ş.'nin yaptığı en fazla 'Kabahatlar Kanunu' çerçevesinde değerlendirilebilir ki anında müdahale edildiği için de ortada ancak bir 'kabahate teşebbüs' vardır, kabahat değil. Sanırım aklı başında olan en Atatürkçüler bile Atatürk'ün ilah olduğunu düşünmüyordur ama 10 Kasım'da yas tutanlara saygısızlık yapılmış olduğunu değerlendiriyordur; Atatürk'e hakaret edildiğini değil. Atatürk'ün tapılacak bir put veya ilah olmadığını söylemek, Atatürk'e hakaret değil, gerçeğin ifadesidir. Edirne'deki hâkimin kararına ve Edirne Başsavcılığı açıklamasına bakınca ise, 'Orda aklı başında kimse var mı?' diye düşünmeden edemedim. Umarım anayasamız çerçevesinde bunu söylemeye hakkım vardır!
Ben üniversite yıllarımdan beri Atatürkçülüğü anlamaya çalışan ama Atatürkçü olmayan biriyim. Öyle ki yüksek lisans tezimi, Cumhuriyet Mitingleri sürerken, üniversiteye tam da bu zihniyet sebebiyle başörtümle girmekte zorlanırken Atatürkçü gençlik üzerine yazdım. Ondan fazla Atatürkçü Gençlik Kulübü üyesiyle mülakatlar yaptım. Sonradan tezimi Türkçeye de çevirip "Türkiye'nin Ölmeyen Babası" adıyla da yayınladım.
Bu süreçte gördüğüm kısaca şuydu: Atatürkçü kimliğin imkân şartı bitmesi istenmeyen bir imkânsız yas üzere kuruludur. Kaybedilen nesneye (aşağılama amaçlı değil, literatürde 'object' diye geçer) bağlılık, bu kimliğin kurucu unsurudur. Yas aşamalarında yoğun acı, gerçeğin inkârı, kaybedilenin aslında hâlâ var olduğu halüsinasyonları ve nihayetinde kaçınılmaz gerçekle yüzleşme vardır. Atatürkçü kimliğe sahip olanlar bu yas aşamalarının birinde takılı kalmışlardır. Hangi aşamada takılı kaldıkları da Atatürkçülük anlayışlarını gündelik hayatlarına nasıl yansıttıklarını belirler. Kimisi millî bayramlar ve özellikle 10 Kasım'larda onu anmakla iktifa ederler, kimisi ise yaşam alanlarını Atatürk resim ve büstleriyle doldurup âdeta bir mâbed içinde yas tutarak uçlarda yaşar. Netice ise değişmez; imkânsız yas çerçevesinde kurulu olan kimlik orada kalır.


Atatürkçü olmayanlar için bunu anlamak zor olabilir. Ancak bir arada yaşamanın temeli, bu zorluğu göze almak ve anlamasa dahi saygı duymaktan geçer. Nasıl ki Atatürkçülerin, kendileri gibi düşünmeyenleri ikinci sınıf vatandaş yerine koymaya veya aşağılamaya hakkı yoksa, tersi de Atatürkçü olmayanlar için geçerlidir. Yargıya düşen ise, bu bir arada yaşama iradesine zarar vermeden, niyet okuyuculuğu yapmadan, maddi gerçeklere ve delillere bakarak 'aklı başında' kararlar vermektir. Her halükârda tutukluluk kararı, orantısızdır, adaletsizdir, hukuksuzdur.
Ayrıca kadınlara şiddet uyguladığını gördüğümüz erkekler, 8 yaşındaki bir kızı taciz ettiğini gördüğümüz sapıklar için bile tutuksuz yargılama kararı veren güzide yargımızın bu alelacele tutuklama sevdası da tartışılmaya değerdir!  

 

 

NE YANİ ATATÜRK İLAH MIDIR?

"Mustafa Kemâl Paşam, ne istersen iste benden, / İstersen ayıralım dinle devlet işlerini, / İstersen asalım bütün hoca ve müridleri, / İstersen kapatalım bütün İmam Hatipleri"...

Ahmet Hakan, bu yıl 10 Kasım'da ülke olarak Atatürk'ü bir başka duygu ve sevgiyle andığımızı yazmış.

Haklı...

Ülke olarak son yıllarda Atatürk'ü geçen yıllara oranla daha bir özlemle sevgiyle ve minnetle andığımız doğrudur.

Peki niye?

Ne oldu da AK Parti'nin iktidarda olduğu, muhafazakar kesimin hüküm sürdüğü bir ortamda Atatürk'e karşı bir sevgi patlaması yaşandı.

Sakın ha!..

"Bunların ülkeyi getirdiği durumu görünce Ata'nın kıymetini daha iyi anladık" gibi ucuz sözlere başvurmayın. Zira sebep bu değil, siz de biz de çok iyi biliyoruz.

Niyesini ben söyleyeyim.

Bu ülkenin geçmiş yıllarında Atatürk'ü sevmek ve heykelinin karşısında eğilerek anmak neredeyse kanunlarla sağlanıyordu. 

Hiç unutmam...

Post modern darbenin yaşandığı 28 Şubat döneminde Reha Muhtar, dönemin Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ı karşısına oturtmuş, "Siz babanızı mı yoksa Atatürk'ü mü daha çok seviyorsunuz" diye sormuştu.

Bu soru, bu ülkede soruldu kardeşim!

Adamcağız ne babamı ne de Atatürk'ü diyememişti. Yaşadığı ıstırabı, baskıyı, acıyı düşünebiliyor musunuz?

Bu verdiğim sadece basit bir örnek...

Atatürk'ün manevi şahsına saygısızlık yaptığı, hakaret ettiği için bugüne kadar binlerce insan hapislere atıldı.

Fazla uzatmayacağım bu örnekleri...

Bugün Atatürk'ü herkes kanun zoruyla değil, darbe zoruyla değil, gönlünden geçtiği şekliyle seviyor ve anıyor. Kimi camide Mevlid okutarak, kimi ellerini açıp ruhuna Fatiha okuyarak, kimi büstünün önünde saygı duruşunda bulunarak kimi ise Anıtkabir'deki naaşını ziyaret ederek anıyor.

İsteyen istediği gibi seviyor ve anıyor.

Geldiğimiz tablo gösteriyor ki Atatürk'ün kanunlarla sevilmeye de korunmaya ihtiyacı yok. Atatürk'ü Koruma Kanunu niye vardır ben bunu hiç anlayamamışımdır.

Burası 81 milyon yurttaşı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir ve birileri kabul etmese de Atatürk kurulan bu ülkenin ulusal kahramanıdır. Osmanlı bakiyesi olan bu ülkenin vatandaşı oluğumuz için Allah'a şükür, Atatürk'e teşekkür edeceğiz.

Mesele bu kadar basit!

Şimdi gelelim dün yaşanan hadiseye...

Edirne'de Emine Şahin isimli genç bir kız, 10 Kasım Atatürk'ü anma törenleri sırasında söylediği sözlerle Atatürk'e hakaret ettiği iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklandı.

Tutuklanmaya, kullandığı iki sözün, yani "Atatürk İlah değildir" ve "Putlara tapmayın" sözlerinin sebep olduğu söyleniyor. 

Eğer "Atatürk İlah değildir" sözü suç ise, müsaade ederseniz bu suçu Emine Şahin gibi ben de işleyeceğim. Çünkü tersini düşündüğünüzde ortaya, "Atatürk İlahtır" anlamı çıkar ki ben bu sözü haklı çıkaracak bir kanunu tanımam, tanıyamam.

Yok eğer, "Putlara tapmayın" sözünden dolayı tutuklanmışsa. Buna da şiddetle itiraz ederim. 

Evet, Atatürk'e saygısını gönlünden geçtiği gibi gösteren bir kesime söylenen bu söz çok çirkin. Oradaki kalabalığa yapılan büyük saygısızlık, bunu kabul ediyorum.

Lakin bu sözün karşılığı tutuklama olamaz, olmamalı...

Atatürk'e hakaret eder, küfreder ve tutuklanır, bunu anlarım. Ama sırf "Put" dedi diye tutuklanırsa, bu olmaz. 

Hani tam da bu noktada "Andımız" üzerinden, "Türkçe Ezan" üzerinden Türkçe sevdalısı gibi davrananlara da bir hatırlatma yapalım.

Büst, Fransızca "Buste", yani "insan gövdesinin üst kısmını temsil eden heykel" sözcüğünden alıntıdır.  Kızcağız Fransızca değil de Arapça isim söyledi diye, alıp cezaevine tıkmak vicdanla örtüşecek bir durum değil...

Bu kızcağızı hapse atarak son yıllarda artan Atatürk sevgisine en büyük darbeyi indirmiş olursunuz. 

Ki oldunuz da...

10 Kasım'da Atatürk'ü rahmet minnetle anan on binlerce insanın, verilen karar sonrası ne yazdığına bakarsanız ne dediğimi daha iyi anlarsınız. Süleyman Özışık-İnternethaber.com

 

'ATATÜRK İLAH DEĞİLDİR' TAMAM DA

Bilmem farkında mısınız? Birileri milletin aklıyla, izanıyla feci şekilde alay ediyor. Belki de daha fazlasıyla meşguller.

“Bunu nasıl yapıyorlar” sorusuna döneceğim ama önce “İyi de neden bu kadar teşneyiz” sorusunun peşine düşmek isterim.

Neden teşneyiz sorusunun bendeki cevabını şimdilik, “Çünkü, hala kutuplaşma üzerinden güç devşirenler ve kontrol mekanizmalarını çalıştıranlar var. Varlıklarını o kutuplaşma üzerinden devam ettirenler var” diyerek kapatayım.

TOPLUMU KUTUPLAŞTIRICI EYLEM VE FİİLLER PEŞPEŞE NASIL GELİR?

Bir bakıyorsunuz, “Andımız” ile ilgili 5 yıldır karar vermeyen Danıştay, hopp bir günde karar veriyor. Bir bakıyorsunuz, bir aklı evvel “Sıra Türkçe ezana da gelecek” diyor.

Bir bakıyorsunuz bir başkası, “Türkçe’nin önemini anlatayım” derken, narkozdan uyananın haletiruhiyesiyle bilinç altını dışa vurup rol çalıyor. “Türkçe ezan niye okunmuyor” diye soruyor.

Bir bakıyorsunuz, 10 Kasım törenlerin tam da saygı duruşu esnasında bir acayip kız, “Bu kıyamdır” diyerek yüksek sesle bir çıkış yapıyor.

Bir bakıyorsunuz, sesini yükselten kız, “Atatürk’ün manevi şahsına hakaretten” tutuklanıyor.

Bir bakıyorsunuz, sosyal medya ikiye bölünüyor. Kimi henüz neyin ne olduğunu anlamadan safını seçiyor.

EY İSLAMCI KARDEŞİM, ‘ATATÜRK İLAH DEĞİLDİR’ TİVİTİNİ EN ÇOK PAYLAŞAN HESAP FLORİDALI ÇIKTI N’ABER?

Kızdan yana olanlar sözüm ona dindarlıklarının, kutsallarının, inandıkları değerlerin gereğini yerine getirip, “Atatürk ilah değildir” hactekine destek yağdırıyor.

Kimi tutuklanan kızın karşısında konumlanıp, alenen dine, diyanete, kutsal bildiklerimize saydırıyor.

Hakaret yağdırıyor.

Bir anda sosyal medya üzerinden millet, “Atatürk ilah değildir” diyenlerle, “Atatürk bizim her şeyimizdir” diyenler şeklinde ortadan ikiye yarılıyor.

Fitne kazanı fokurduyor.

Bu aşamada, “gerçek ne”, “kim neyi savunuyor”, “kim için ne kutsal”, “kutsal olana saygı” filan unutuluyor.

Olanlar oluyor.

Burada bir duralım..!

Biraz serin kanlı olalım. Ve kendimizi şöyle biraz yukarı çekip olup bitene bir daha bakalım.

Önce size bir bilgi:

Bilginin kaynağı Ülke tv İstihbarat Şefi Mustafa Yıldız. Yıldız dün öğle saatlerinde odama geldi ve “Atatürk ilah değildir” başlığıyla sosyal medyada açılan hacteki en çok paylaşan ve destek veren hesapları incelediğini söyledi.

Sonuç şaşırtıcı!

Ya da aslında çok bildiğimiz bir gerçek.

“Atatürk ilah değildir” hactekinde kullanılan en büyük hesap, @TNWconference hesabı. Hesabın bulunduğu yer, Florida, USA.

Tamı tamına, 469 kez “Atatürk ilah değildir” hactekini tivitlemiş, 10481 kullanıcı görmüş!

Şaşırdık mı? Hayır.

Peki hesap, gerçek bir hesap mı? Hayır!

ZOKAYI NEDEN BU KADAR KOLAY YUTUYORUZ?

Kendisini, “İslamcı, muhafazakar, dindar” diye tanımlayan yüzlerce insan, bu ve benzeri hesaplarla maniple edildi. Ve Edirne’de tutuklanan kız üzerinden, “Atatürk tartışması” sosyal medya üzerinden toplumu ikiye yardı!

Hızını alamayan kimi arkadaşlar, “Ben de Atatürk ilah değildir diyorum gelin beni de tutuklayın” filan demeye başladı.

Aslında, maksat hasıl olmuş oldu. Atatürk ve dindarlık üzerinden toplumu yarmak isteyenler amaçlarına ulaştı. Buna bilip bilmeden destek olanlar oldu. Bir de çok profesyonelce sosyal medyayı yönetenler oldu.

Devam edelim.

KURŞUN: MİLLİ MÜCADELE ÖNDERLERİMİZİ HAYIRLA ANALIM

Dün Yeni Şafak’ta Zekeriya Kurşun hoca çok güzel bir yazı yayımladı. Yazının başlığı, “Yüzyıl sonra Ortadoğu’da sınırlar ve bayraklar”

Yazının konusu, Birinci Dünya Savaşı sonrası dağılan Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde kurulan devletlerin sınırları ve bayraklarındaki işaretler.

Bakın yazının sonunda ne diyor Zekeriya Kurşun,

“Bugün Arap birliğindeki yirmi iki üyenin on tanesinin bayrağında kullanılan renk ve şeritlerin fikir babası Mark Sykes’dır. O, Picot ile birlikte sadece sınırları çizmemiş aynı zamanda o sınırlarda kullanılacak bayrakların ilk şeklini de çizmiştir. Sykes-Picot’ya konu olmayan bölgelerdeki bayraklarda ay- yıldızın muhafaza edilmesi bu rivayeti güçlü kılmaktadır. Nitekim Mısır bayrağında bile 1958 yılına kadar hilâl ve yıldız varlığını sürdürmüştür.

(…) Bu kıssa kulağımıza küpe olsun. Bütün Müslümanları temsil eden Osmanlı mirası ay-yıldızlı bayrağımızı emperyalizme karşı koruyan ve Türkiye’ye devreden Milli Mücadele önderlerimizi daima hayırla ve rahmetle analım.” (Yeni Şafak 12.11.2018)

Zekeriya Kurşun’un son cümlesi anahtar cümlemizdir. Bu memlekette cumhuriyet projesi tutmuştur. Kurucu iradeyle dindarların bir sorunu yoktur. Mustafa Kemal Atatürk kimsenin tekelinde değildir ve bu milletin ortak değeridir.

Onun üzerinden, dindarlarla, laikleri karşı karşıya getirme projesi tamamen dış kaynaklı bir projedir.

“Atatürk ilah değildir” tamam da onu ölüm yıl dönümünde bir şekilde ananlar da gavur değildir!

Bilmem anlatabiliyor muyum?

san Öztürk-

 

SESSİZ KARŞI DEVRİM

ndımız konusunun bir mahkeme kararıyla gündemimize pimi çekilmiş bir bomba gibi bırakıldığı günlerde bu soruyu sormuştu herkes:

“Ne oluyor? Bitirdiğimiz tartışmalara yeniden kim bizi geri götürüyor?”

Andımız konusuyla sınırlı kalmadı tabii tartışma. Türk kimliği, Kürt meselesi, Türkçe ezan, Cumhuriyetin kuruluşu, Milli şef, Atatürkçülük… diye devam etti. Yıllar önce yapıp, bitirdiğimiz tartışmalara yeniden döndük.

Sanki o konuları konuşup bitirmemiş, yasal düzenlemeler yapılmamış gibi, Türkiye için ‘pranga, bariyer, tabu, kırmızı çizgi, psikolojik yasak…’ artık adına ne derseniz, hepsi yeniden önümüze boca edildi.

Bu tartışmalar siyasete de sıçradı doğal olarak. MHP-AK Parti yerel seçim ittifakının bozulması, tam da o sıcak tartışmanın olduğu günlerde oldu.

‘ATATÜRK İLAH DEĞİLDİR’ TARTIŞMASI

Şimdi Edirne’de Emine Şahin isimli bir öğrencinin, “Atatürk ilah değildir” dediği iddiasıyla gözaltına alınması ve ardından tutuklanmasıyla, bu kez Atatürk konusu yeniden tartışılmaya başlandı. Tartışma ilahlık, kulluk meselesinden girdi, rejim meselesine, oradan çıkıp büyük bir sosyal medya kampanyasına dönüştü. Herkes, Emine Şahin’in tutuklanma gerekçesi olan “Atatürk ilah değildir” cümlesini paylaşıp, kendini ihbar etti. İki gün boyunca on binlerce kişi kendini ihbar etti ama o öğrenciden başka kimse için işlem yapılmadı.

İşin tuhafı, adı geçen öğrenci, verdiği ifadede böyle bir söz sarf etmediğini söyledi. İş iyice karıştı.

Edirne Belediye Başkanı’nın öğrencinin kıyafeti ve ruh haliyle ilgili sarf ettiği absürt laflar, tartışmayı iyice çığırından çıkardı. Tüm bu tartışmaya bu yazı yazılırken hiçbir bakanlıktan açıklama yapılmaması da dikkat çekti tabii.

ÜLKEDE GERİ GİDİŞ VE PATİNAJ MI VAR?

Bu olayın kendisi değil de, olayların tümünün neden olduğu bir geri gidişi ve patinajı konuşmak sanırım daha doğru olsa gerek.

Gerçekten ne oluyor?

İşin ilginci şu ki, andımız tartışmasıyla herkesi, Türk olduğuna, Türk düşmanı olmadığına, ülkesini sevdiğini ispata zorlayan bir mantık vardı. Herkes bunları ispat için adeta paraladı kendini.

10 Kasım nedeniyle de, herkesi Atatürkçü olmaya zorlayan, Atatürk’e saygı duyduğunu göstermesi için baskı yapan bir psikolojik basınç uygulandı.

Maşallah muhafazakâr camianın bazı isimlerin, Türklük ve Atatürkçülük konusunda, en değme Türkçü ve Kemalistleri bile geride bırakacak paylaşımları göz yaşarttı!

Bunlar bir geri gidişin ve ülkeye patinaj yaptırmanın en bariz örnekleri.

FAŞİZM BİR DÜŞÜNCEYİ AÇIKLAMAYA ZORLAMAKTIR

‘Neden 10 Kasım için bir paylaşımda bulunmadın? Neden andımız konusunu destekleyip desteklemediğini açıklamadın?’ türü baskılar, faşizm dönemlerinin tutumlarıdır.

Faşizm, sadece bir fikri ve düşünceyi yasaklamak değildir, aynı zamanda insanı fikrini açıklamaya zorlamaktır.

Ne ilginçtir ki, bir insanın düşüncesini açıklamaya zorlanmak mevcut Anayasa’ya bile aykırıyken, bu tutuma karşı çıkacakları yerde, insanların bu baskıya dayanamayıp, açıklama yapması ayrıca şaşırtıcıdır.

AK Parti kadrolarının tüm bu tartışmalarda kafa karışıklığı yaşadığı da görüldü. Neyse ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, andımız tartışması esnasında, özgülükleri savunan ve faşizm kokan psikolojik baskıları reddeden açıklamaları oldu da, insanların tutumları netleşti.

SEVMEDE VE ELEŞTİRİDE DENGESİ OLMAYANLAR

Bu arada unutmayalım, andımız ve Atatürk’e hakaret konularını yeniden tartışmaya açan merkez aynı: Bürokrasi. Yargı ve güvenlik bürokrasisinin her iki konudaki tutumları tartışmalı ve eleştirilere neden oldu. Komplo teorisi üretmek ya da tüm bürokrasiyi zan altında bırakmak niyetinde değilim tabi. Ancak herkesin kafasında bir soru işareti oluştuğunu da bilmemiz gerek.

Bazı insanların bir fikri, kişiyi ya da partiyi savunmada ya da eleştirmede bir dengesinin olmadığını da gördük bu esnada. Atatürk’ü sevmenin ya da onu eleştirmenin mantık ve bilgi temelli değil de, duygu ve popülizm temelli olması sağlıklı değil bir ülke için.

Bu yüzden önceleri sert Kemalizm eleştirileri yapanların, 10 Kasım’da büyük övgülerle Atatürk’ü anması, çelişki yaratan bir duygusallık örneğidir.

Tutarlı olmak için duygularla değil; akıl, bilgi ve belgeyle hareket etmek gerekiyor.

AK PARTİ’NİN SESSİZ DEVRİMİNE, SESSİZ KARŞI DEVRİM

Şunu da tartışmalıyız, Türkiye demokratikleşme ve özgürlükler konusunda ne kadar da kolay eskiye dönebiliyor. Türkçe ezan okunmasını isteyen CHP Genel Başkan Yardımcısı her ne kadar disipline sevk edilse de, Türkçe ezan okumayı zorunlu kılan anlayışın ürünü olan andımızın, yeniden okutulmasını isteyenlerin çokluğu ve sistemdeki konumu sizleri şaşırtmadı mı?

Andımız ve Atatürk tartışmaları değil, daha birçok konuda AK Parti’nin sessiz devrimle gerçekleştirdiği demokratik ortamın, adım adım geri götürüldüğünü düşünüyorum. Bunu yasal düzenlemelerle yapamasalar da, psikolojik olarak gerçekleştirdikleri aşikar.

AK Parti’nin sessiz devrimine karşı, bir ‘sessiz karşı devrim’ yaşıyoruz sanırım.

Milliyetçilik, Atatürkçülük, Türklük, Cumhuriyet gibi herkesin hassas olduğu konuları tartışmaya açmak ve buradan insanları zora sokan bir atmosfer yaratmak, tartışmasız bir geri gidiştir.

Yakında laiklik, okullarda din dersleri, irtica, Kürtçe konuşmak, Alevilik, İslamcılık, fikir özgürlüğü gibi konular da tartışmaya açılırsa kimse şaşırmasın. Türkiye’nin geleneksel fay hatlarından bahsediyoruz anladığınız gibi.

Kemal Öztürk- Yeni Şafak

 

 

LAİK-DİNDAR FAY HATTINDA YENİ PİYESLER, YENİ STRESLER

Hâlâ kim, hangi güçle yapabiliyor –henüz- bilmiyoruz ama tek başına saçma olsa da birbiri ardına oluş ve yaşanış biçimiyle gayet bilindik olaylara maruz kalıyoruz son haftalarda. Manidar bir zamanlamayla... 

Önce toplumsal ve siyasal olarak geride bıraktığımızı düşündüğümüz “Andımız” mevzuu, sanki aradan beş yıl geçmemiş, Türkiye bunu aşmamış gibi çıkageldi. Danıştay bir kez daha yetki aşımıyla karar alınca Milli Eğitim Bakanlığı da kararı temyize götürdü ama netice itibariyle konu da bütün pörsük haliyle kucağımıza bırakılmış oldu. 

Kabul edelim ki kısa vadede Cumhur İttifakı ortaklarını ayrıştıran “ant bombası”, orta-uzun vadede toplumsal bir yarılma varmış yanılsaması yaratmak isteyenler için pek yarayışlı bir konu.   

*** 

Daha sonra “Mine Kırıkkanat müptezelliği” geldi. Hani şu, 27 Nisan e-muhtırası öncesinde -AK Parti’nin temsil ettiğini düşündüğü- toplum kesimlerini tahkir etmek için “kısa bacaklı, uzun kollu vücutları kıllarla kaplı” diye yazabilen steril yazar. 

Kırıkkanat yine kinli ve kinayeli şekilde başörtülüler üzerinden dindar insanlara yönelik açık bir nefret suçu işledi ve tehdit etti: “Hesap günü gelecek. Biz de sizi mağdur edeceğiz." 

Mine Kırıkkanat’ın ciddiye alınır yanı vardır ya da yoktur ama birlikte sahne aldığı isimlerin kimler olduğuna ve daha önce hangi durumda hangi rolü üstlendiğine dikkat etmek gerekir. 

28 Şubat ve 27 Nisan döneminin aktif aktörlerinin tekrar sahne aldığı, büyük salonların coşkulu kalabalıklarca doldurulduğu, Kırıkkanat hezeyanlarının çılgınca alkışlandığı ve Yılmaz Özdil’in aynı içerikle altıncı Atatürk kitabını aynı okura bir kez daha satabildiği bir düzlemden bahsediyoruz.   

*** 

Nitekim puzzle’a başka parçalar da eklendi. “Eski Türkiye’nin kötü adetleri, kötü ruhları ne diye hortladı şimdi” demeye kalmadan, 68 yılın ardından, yapanın bir daha iflah olmadığı lanetli mevzuu ortaya kusuldu. 

CHP’nin büyük keşif havasında milletvekili seçtirip saflarına kattığı, yetinmeyip genel başkan yardımcısı yaptığı Öztürk Yılmaz, ezanın Türkçe okunması gerektiğini savununca Türkiye aniden beyhude bir taşmanın içinde buldu kendini. Kolektif hafızada saklı acılar, büyük bir sabırla ve hukuk dairesinde aşılan karanlık sayfalar ister istemez üzerimize boca edildi. 

CHP oyuyla Meclis’e sokulan SP’li Cihangir İslam’dan geldi bir başka zorlama da. Hem de Meclis kürsüsünde. FETÖ tezlerini tekrar eden Saadetli vekil, 15 Temmuz darbesine can feda ederek direnen kahraman halkımızın bütününü “batıl” diye niteledi ve FETÖ melanetiyle eşitledi.  

*** 

Bu piyeslere paralel gelecek ve sanki dindar-laik fay hattında gerçek bir hareketlenme varmış yanılsaması yaratacak başka saçmalıklar da oldu bu arada. Sormak lazım; 10 Kasım gibi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi tartışılmasının kimseye fayda getirmeyeceği bilakis Türkiye’ye, ortak geleceğimize zarar vereceği açık olan konuların böyle bir zamanlamayla kaşınmasından kim ne fayda ummaktadır? 

Hele de suratına bir kez daha Atatürk maskesi takarak sırtımızda kırbaç şaklatmak, vatanımızı koloni yönetir gibi yönetmek isteyenler yeni planlarla çıkagelmiş ve Türkiye’nin etrafı türlü tuzaklarla kuşatılmış iken

10 Kasım törenine yapılan ve haberlere yansıyan biçimiyle fazlaca piyes kokan itirazın tutuklanmayla neticelenmesi ve sosyal medyada yayılan “Atatürk ilah mıdır, değil midir” tartışması “kutuplara ayrılmış, birbirinden nefret eden Türkiye” tezini beslemek için değilse, ne içindir hakikaten? 

Lütfen biraz feraset! Dindarların yeterince Müslüman olmamakla, laik Kemalistlerin Atatürk’ü yeterince savunmamakla, seküler kesimlerin yaşam alanlarını korumamakla itham edildiği ve keskinleşmeye zorlandığı çok açık değil mi?

Zehirli bir hava pompalanıyor, daha önce defalarca işlediği görülmüş laik-dindar fay hattını harekete geçirmek için. Aman dikkat.

 

DİKKAT FAY HATTI

llah’ın bildiğini kuldan saklayacağımız şeyler vardır elbet, ama bu onlardan biri değil. Ben son 10 Kasım’da da, hemen her 10 Kasım’da olduğu gibi saat 09.05 itibariyle sokakta olmamaya özen gösterdim. Bunu iki sebeple yaptım. Birincisi, Mustafa Kemal’in vefat anmasına katılmak istemediğimden, ikincisi de bu vefatı anmak isteyenlere saygısızlık etmeyi ayıp bulduğumdan.

Nasıl bir saygısızlıktan bahsediyorum? Şöyle: Yüzbinlerce, milyonlarca insan 09.05 itibariyle Mustafa Kemal’e tazimlerini iletmek için ayakta saygı duruşunda bulunurken ben yürüyüp giderim sokakta olursam. Eh, bunun da o esnada tazim gösterenleri üzeceği, hatta belki kızdıracağı muhakkak. O yüzden senelerdir “en azından bu kadarını yapmak elimden gelir” diyerek 10 Kasımlarda 09.05 itibariyle kamusal alanlarda olmamaya özen gösteriyorum. Bunu bir çeşit “birlikte yaşama ahlâkı” ile de açıklayabilirim, bir çeşit “gerginliğe ne gerek var” refleksiyle de…

Şunu şöylece söyleyeyim: Bir 10 Kasım töreninde, herhangi birinin tam tören başlarken bağırıp çağırarak bu töreni protesto etmesini hem tuhaf hem gereksiz hem de ayıp buluyorum. Dolayısıyla E.Ş.’nin Edirne’deki 10 Kasım anmasında bağırıp çağırarak bu töreni protesto etmesi benim gözümde -eğer kız bunu provokasyon amaçlı yapmadıysa- gereksizliktir, tuhaflıktır, ayıptır.

“Provokasyon amaçlı yapmadıysa” demem de bütünüyle bir ihtiyat payı bırakıyor olmamdan kaynaklanıyor. Yoksa ardımda bıraktığım 43 sene bana bu tip işlerin altında hep bir bit yeniği aramam gerektiğini öğretti.

Birlikte hatırlayalım. Ortada fol yok yumurta yokken, üstelik tasavvuf geleneğimizde zikir töreni genellikle ehlince ve kapılar kapalıyken yapılan bir törenken, Aczimendiler Kocatepe Camisi’nin avlusunda zikir icra etmişlerdi.

Bugün bile “bir devlet kuruluşunda Aczimendi olarak çalışıyorum” cümlesini haklı çıkartacak bir provokasyondu bu ve ardından Türkiye’nin sosyal-siyasal vasatının nereye getirildiğini hep birlikte gördük. Tabii, “bir devlet kurumunda şeyh olarak çalışan” Ali Kalkancı ve yine “bir devlet kurumunda fettan kız olarak çalışan” Fadime Şahin’in katkılarını da unutmayalım.

Demem o ki, Edirne’deki 10 Kasım anmasını protesto eden kızın yaptığı şeyi “ne var ki bunda canım” diyerek normalleştirmek, verebileceğimiz en kötü tepki olur. Doğru tepki “bunda bir şey var” olmalıdır.

Bir de tabii işin bir başka yanı daha var. Bu son derece provokasyon kokan hareketi daha da büyütmeye yarayan “bir başka yan.” Savcı tutuklama istiyor, hâkim kızı tutukluyor. Niçin? Kız güya (güya diyorum çünkü gerçekten bunu söyleyip söylemediğini bilmiyoruz) “Atatürk ilâh değildir” demiş. Bunu söylediği için insan tutuklanmaz. Bir anmayı protesto ettiği için insan tutuklanmaz. En fazla tören bitene kadar gözetim altında tutulur, ifadesi alınır, varsa bir suç unsuru tutuksuz şekilde yargılanır. Dolayısıyla Edirne’deki kız provokatörse kızın tutuklanmasını sağlayan savcının-hâkimin performansı da o kızdan aşağı kalmaz yani. Toplumu iki ucundan tutup germekten başkaca hiçbir amaca hizmet etmez bu devasa yorum hatası.

Bir de tabii Edirne Belediye Başkanı diye biri var. Meğer adam “goygoyda dünya markası”ymış da imkan bulamadığından kendisini gösterememiş bu güne kadar. Töreni protesto eden kızın “geçen yıla kadar dekolte giyen meczubun biri” olduğunu şıpın işi çözerek elimizdeki insan kalitesine dair bir veri daha ekledi umutsuzluk defterimize.

Diyeceğim odur ki bu iş bana, protesto eden kızıyla, tutuklama isteyen savcısıyla, tutuklayan hâkimiyle, goygoy yapan belediye başkanıyla “laik-dindar fay hattını harekete geçirerek yeni bir toplumsal gerginlik ortamı oluşturmak konulu bir kompozisyon” gibi geliyor, daha fazlası değil.

Doğrusu bu ya, zaten pek çok fay hattını içerisinde barındıran canım memleketimizde ihtiyaç duyacağımız son şey, küllenmiş “laik-dindar çatışması”nın yeniden harlanmasıdır.

“Feraset” tam böyle anlarda anahtar kavramdır velhasıl. İsmail Kılıçarslan-Yeni Şafak

 

 

KEMALİST VESAYETÇİLER UYUYAN FETÖ HÜCRELERİYLE Mİ İŞ TUTUYORLAR?

Hiç hayra alamet değil bu olup bitenler.
Dursun Çiçek gibiler boşuna dillerinin altından baklayı çıkarmıyor “Konuştuğum hâkim ve savcılar siz bir iktidara gelin biz bunlara ne yapacağımızı biliriz” diye konuşarak.
Ahmet Hakan’gillerin bik bik 10 Kasım, Atatürk güzellemeleri yapıp habire laikçi Kemalist kesimlerin nefret objesi haline getirilen isimlere çakmasının kuşkusuz bir sebeb-i hikmeti var.
Engin Ardıç’ın Sabah gazetesindeki her zamanki yarı alaycı ironik 10 Kasım yazısından yola çıkarak savcıları göreve çağıran Demirören medyası mensubu ByLock’çu İsmail Saymazlar durup dururken boynunu çıkarmıyor “Kel oğlum, keleş oğlum” kılığında.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, hastalığı nedeniyle 9 Kasım’da ziyaretine gittiği Kadir Mısıroğlu için linç edilirken kullanılan sözde argümanlardan bu kesimin nasıl FETÖ’den tedrisatlı ve algı çarpıtmasında usta olduğunu anlıyoruz. Mısıroğlu’nun “Yunan gelseydi Kemalistlerin Müslümanlara ettiği zulmü etmezdi” lafını “Keşke Yunan gelseydi” diye çarpıtanlar, 9 Kasım’daki ziyareti “10 Kasım’da yapıldı” diye kuyruklu yalanla yaymaktan da çekinmediler.
Ardından final 10 Kasım günü yapıldı ve Atatürk’ü anma törenine katılan insanlara “Bu bir kıyamdır” diyerek seslendiği için 21 yaşındaki Emine Şahin adlı Fizyoterapi öğrencisinin kellesi “bileti kesilerek” kurban isteyen barbarlara takdim edildi.
Tutuklandı.
O genç kız Atatürk’e hakaret mi etti? Hayır. O törenlere katılanları Atatürk’ü putlaştırıyorsunuz diye eleştirdi.
Peki, yalan mı söylüyor?
Put gibi tapınmıyorlar mı Atatürk’e?
Pagan ayinlerine dönmedi mi Atatürk’ü anma törenleri?
Ama bunun bir sebebi var ve geçmişi hayli eskilere dayalı.
Alın 5 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşetini görün.
Atatürk yarım bir ilahtır; Türklerin babasıdır.
 
 
Başlığın altında “Hiçbir devlet şefi için hayatında bu kadar heykel dikilmemiştir. Ne Mussolini’nin, ne Hitler’in, ne de Lenin’in anıtları onunkilerle ölçülemez” yazılı.
Bir liderin hayatında değil hayatını kaybettikten sonra heykelinin dikilmesi daha makbuldür ama geçelim.
Ya Atatürk’ün kıyaslandığı “lider”lere ne demeli? Mussolini, Hitler, Lenin. Hepsi birbirinden âlâ.
Atatürk’ü tanrılaştırma temayülü ta o zamanlardan başlamıştı.
Dönemin şairleri ve yazarları müthiş “eserler” verdiler Atatürk üzerine.
 
Ünlü yazar Yusuf Ziya Ortaç’ın kaleme aldığı “Atatürk’e Ekber!” adlı şiirine bakalım:
Atatürk’e Ekber!
Atatürk’e Ekber!
Ancak O var: Atatürk!
Evliya O’dur, peygamber O’dur, sanatkâr Atatürk,
Bunları geçti insan büyüğü: Kendi kadar Atatürk!
 
Birkaç adet daha sıralayalım da patolojik ruh hâlinin nerelere vardığını görelim.
Misal aşağıdaki şiirinden sonra ödüllendirilerek milletvekili yapılan Aka Gündüz:
Atatürk’ün tapkınıyız! Her şeyde Atatürk, yerde O, gökte O, denizde O, varda O, yokta O! Her şeyde O! Atatürk, yerdedir, göktedir, sudadır, alandadır, diktedir, pusudadır. Görünmezi görür! Bilinmezi bilir! Duyulmazı duyar! Sezilmezi sezer, ezilmezi ezer! Her şeyde Atatürk! Elimizi yüzümüze, gönlümüzü özümüze kapıyoruz. Biz sana tapıyoruz! Biz sana tapıyoruz! Varsın, Teksin, yaratansın! Sana bağlanmayanlar utansın!
 
Edip Ayel adlı şaire gözatalım:
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe (Doğru tahmin)
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvi…
Ölmez bize cennetin ufkundan inen ses,
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
 
Ünlü Şair Behçet Kemal Çağlar:
Kaç yıldır Türkçeydi Tanrı’nın dili
İnsana ne ilah, ne de sevgili,
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu…
 
Şiirleri ders kitaplarında da yer alan Kemalettin Kamu da yazmış bir şeyler:
Burada erdi Musa, burada uçtu İsa,
Bülbül varsa hürriyet için öter,
Ne örümcek ne yosun/ne mucize ne füsun
Kâbe Arab’ın olsun, Çankaya bize yeter.
 
“Taşlıtarla’daki Ev” adlı romanını okuyup beğendiğim İlhami Bekir Tez ise tam bir hayal kırıklığı:
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa,
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı
 
Bu böyle uzayıp gidiyor. Mustafa Kemal Atatürk, çevresini sarıp sarmalayan bu dalkavukluk ve yalakalık halesine zaman zaman onları aşağılayarak tepki gösterdi ama sonuçta ilke olarak karşı çıkmadı. Tersine, en onur kırıcı kulluk ifadelerini yazan sanat katili bu tiplere en üst ikbal ve mevki kapılarını açtı.
Konuyla ilgili detaylı bilgilerin tamamını BELGELERLE GERÇEK TARİH adlı blog’da okuyabilirsiniz(*)
Bunları hatırlatıyorum çünkü aradan geçmiş 80 yıl hâlâ değişen bir şey yok.
Daha 10 yıl önce İzmir’deki Cumhuriyet mitinginde Necla Arat olduğunu sandığım bir konuşmacının “Atatürk bize gönderilen son elçi, son peygamberdir” dediğini işitebildik.
Geçen hafta “Hocaları asıp imam hatipleri kapatacağız” diye notayla bağıran sözde Fenerli faşist güruhun babalarından dedelerinden bu hastalıklı mirası almadığını kim söyleyebilir?
Tedavi edilmeleri gerçekten çok zor.
10 Kasım’da tanık olduğum bir Atatürk’ü anma töreninde artık kanıksayarak izleyip gördüklerim TEMELDE YATAN ACI GERÇEĞİ haykırıyordu.
Bu insanlar, 90 yıl boyunca hayatlarından dini, Allah’ı, Kur’an’ı ve Peygamberi çıkardılar. Ama modernleşme ve Batılılaşma diye bunu yaparlarken boşluğun içine düşüp dımdızlak ortada kaldılar. Dinî ritüelleri bakımından kendilerine sempatik geldiği hâlde Hıristiyan da olamıyorlardı. Çünkü Allah inancı silinmişti yüreklerinden. Boşluğu dolduracak tek özne vardı; ATATÜRK.
Bu yüzden Atatürk’ü anma törenlerini tapınmaya ve pagan ayinlerine çevirmeye başladılar.
Açıkça söyleyeyim, bu sağlıksız durumu düzeltmek en azından son 15 yıllık bu iktidar döneminde mümkün olabilirdi.
Millî eğitim bakanları ne yazık ki ellerine yüzlerine bulaştırdılar ve müfredattaki Atatürk bahsini putlaştırmadan uzak gerçekçi zeminde ele alan kitaplar üretilemedi ya da bulunup okutulamadı. Böylece Atatürk adını işitince Kuzey Koreliler gibi salya sümük ağlamaya başlayan çocuklar ve yetişkin insanlar görmeye başladık.
Şimdi Kemalist vesayet artıklarının bu hastalıklı yapının üzerinden yürüyerek ve uyuyan FETÖ hücreleri ile güçlerini birleştirmeyi düşündüklerini sezinliyorum.
Dediğim gibi, boşa değil bu hareketler.
 
 

 

 

Medya Haberleri

Ölünce Beni Kim Yıkayacak? Afişlerinin Gizemi Çözüldü
Ebru Şallı’nın eşi Uğur Akkuş’a uzaklaştırma kararı
Diyarbakır'da Çekilen 'Cintihar' Filmi Vizyona Giriyor
Konya'da Şubesi Olan Selin Ciğerci'ye Yurtdışı Yasağı
Mahsun Kırmızıgül’ün annesi son yolculuğuna uğurlandı