Tarih boyunca her inanç, her kültür ve her dinde bir kurtarıcı bekleme fikri olmuştur. Toplumların sıkıntılı (kabz) hallerinde sosyolojik, ekonomik ve siyasal şartlar böyle bir beklentiyi doğurmuştur.
Dini bir kavram olarak Mehdi, sözlükte, hidayete erdirilmiş, kendisine doğru yol gösterilmiş kişi demektir. Terim olarak, dünyanın son zamanlarında ortaya çıkıp doğru inancı ve adaleti yeryüzüne hâkim kılacağına inanılan kurtarıcı anlamına gelir. İslam tarihinde mehdi fikri bir ümit ışığı ve bir bekleyiş olarak kendini göstermiştir.
Kelam ilminde bir şeyin itikat/iman esası olabilmesi için ya Kur’an’dan muhkem bir âyete ya da Hz. Peygamberden gelen mütevâtir bir habere dayalı olması gerekir. Bu çerçeveden mehdi meselesine baktığımız zaman, Kur’an-ı Kerim’de ileride bir kurtarıcının geleceğine dair açık bir kayıtla karşılaşılmamaktadır. Allah’ın en güzel isimlerinden birisi el-Hâdî’dir. Bu anlamda mutlak hâdî, Allah’tır. Mecazi anlamda Kur’an ve Hz. Peygamber bir hidayet vesilesidir. Kur’an’da: “Her kavim için bir hâdi vardır” (Rad 13/7) âyetinde işaret edilen hâdi, doğrudan peygamberlerdir. Bunun dışında Kur’an-ı Kerim’de, mehdinin geleceğine dair ne doğrudan ne de işaret yoluyla bir ayet geçmemektedir.
İslam’ın ikinci kaynağı olan hadislerde konu özel bir durum arz etmektedir. Malik b. Enes, Buhârî ve Müslim gibi hadis âlimleri mehdi kelimesinin geçtiği rivayetlere yer vermezken; Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce, Ebu Davud, Tirmizî, Hâkim ve Taberânî gibi muhaddisler eserlerinde bu tür rivayetlere yer vermişlerdir. Bu hadisleri değerlendiren bazı âlimler kırkı aşkın mehdi rivayetlerinin manevi tevatür derecesine ulaştığını söylemişlerdir.
İslam düşünce tarihinde mehdilik fikri ile ilgili dört görüş ön plana çıkmıştır:
Bunlardan ilkini, hakkında açıkça Kur’an’da muhkem bir ayet ve Hz. Peygamberden gelen mütevâtir bir haber olmadığı için; zan, şüphe ifade ettiğinden dolayı âhad haberle de itikat oluşturulamaz anlayışından hareket ederek mehdi inancını inkâr eden zihniyet oluşturur. Buna Mu’tezile akımı örnek verilebilir.
İkincisi ise, Şiiler ve Batıni akımlardır. Bunlar sistemlerini “beklenen mehdi” inancı üzerine kurmuşlar, âyetlerin delaleti ve bazı hadis rivayetlerini gerekçe göstererek “mehdinin” geleceğin itikâdi bir mesele olarak değerlendirmişlerdir.
Bunlardan üçüncüsünü ise, Selefiyye ve hadis âlimleri oluşturur. Bu kimseler Mehdinin geleceğinin kıyamet alametlerinden olduğunu sahih kabul ettikleri rivayetlere dayalı olarak savunurlar. Bunların başında; İbn Kesir, İbn Teymiyye, Şevkâni, İbn Hacer el-Heytemî vb. gibi âlimler gelir. Bunlara çağdaş bazı âlimleri de eklemek mümkündür. Said-i Nursi, Mevdudi, M. Ali es-Sabuni gibi…
Sonuncusu ise, Ehl-i sünnet Kelam âlimlerinin mehdilikle ilgili görüşleridir. Başta İmam-ı Mâtürîdi ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî olmak üzere ilk dönem Sünni kelam âlimleri, eserlerinde mehdilik konusuna yer vermemişler, sonraki dönemlerde ise kıyamet alametleri sayılırken birkaç cümle ile mehdilikten söz edilmiş, fakat bunun bir inanç konusu olmadığı özellikle vurgulanmıştır.( Bkz. Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, İst. 1305, II, 307).
Sonuç, “mehdilik” konusu itikâdi bir mesele olarak bir iman meselesi olmadığı gibi zaruret-i diniyyeden de değildir. Dolayısıyla inkârı küfrü gerektirmez. Kabul eden eder, etmeyen de kabule etmeye zorlanamaz. Mehdi kavramının sözlük anlamından hareketle mecazi anlamda her Müslüman bu dinin mehdisidir. Bizim mehdi beklemek gibi dini bir sorumluluğumuz yoktur. Her Müslüman yaşadığı dönemde iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakla yükümlüdür. Buna rağmen İslam’ın erken dönemlerinden itibaren dini-siyasi anlamda kendisinin mehdi olduğunu iddia eden kimseler ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazıları güzel hizmet yapmakla birlikte çoğu kaosa ve yıkıma önderlik etmiştir. Bu konuda Müslüman halkların, mehdi adı altında ortaya çıkan şarlatanlara kanmaması için ikaz edilmelerine ihtiyaç vardır.