Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül’ün son üç yazısı çok önemli. Esasen Karagül, kısmen bu vurguları Suriye iç savaşının ilk günlerinde yapmaya çalışsa da, sonra piyasada hâkim değer olan hamaset rüzgârına kapılıp “Yaşasın Suriye Cihadımız” diyenlerle aynı koridorda yürümek durumunda kalmıştı.
Siz şunu diyordunuz, şimdi döndünüz şunu söylüyorsunuz iğrençliğini yapmak istemiyorum. Ama bu meselenin Suriye kadar ülkemin beka meselesi olduğunu ilk günlerden itibaren bu ülkede vurgulayan yazar ve düşünürler vardı ve bu insanlar kimilerince yargısız infaza tabi tutuldular. Bu yönüyle ben, Karagül’ün “yeni bir Suriye Stratejisine ihtiyaç var” tespitini çok önemsiyorum. Bunun hükümet ve devlet mekanizmalarınca yapıldığına şahitlik ediyor, Türkiye sosyolojisinin de buna bir an önce intibak sağlaması gerektiğine inanıyorum.
Suriye iç savaşından herkes kendi postunu çıkarmaya çalıştı. Maalesef mütemadiyen derisi yüzülenler de mazlum Suriyeliler oldu. Hem Şii hem de Sünni olduğunu iddia edenler, ABD ve İsrail’in tuzağına düşüp tam altı yıl boyunca sayısız katliamlara imza attılar.
Meseleyi mezhepçilik kafasıyla değerlendirip Şii ya da Sünni öldürmenin kutsallığına inananların bugünleri görmesini, yani tuzağı o günden fark etmelerini varsaymak aptallık olur. Ama bu süreci körükleyen ve mezhepçilik üzerinden çatışma üretenlerin en azından bugün bir adım geri gidip hiç değilse bir özeleştiri yapmasının doğru olduğuna inanıyorum.
Ben Hanefi’yim. Ama çok açık söyleyeyim bu benim tercihim değil. Doğduğum coğrafyanın, şehrin ve çocukları olarak dünyaya geldiğim anne ve babamın bana mirasıdır. Mardin’de doğsaydım Şafii, Kuzey Afrikalı olsaydım Maliki, ya da Necid’de bir yerde doğsaydım Hanbeli olma ihtimalim çok yüksekti. Peki, Tahran’da doğsaydım Şii olmak dışında bir ihtimalim var mıydı?
Şunu demek istiyorum. Bugün milyonlarca insanın canına mal olan mezhep savaşları, siyahları beyaz, beyazları da siyah yapmaya çalışmak ya da siyahı, siyahsın diye beyazı da, beyazsın diye öldürmek kadar anlamsız.
Hangi mezhepten olacağımız konusu neredeyse ten rengimizi ve ırkımızı seçemeyeceğimiz kadar bizim irademizi aşan bir konudur. O sebeple ben beyaz olmanın da siyah olmanın da Kürt ya da Türk olmanın da kutsal olamayacağı kadar, Hanefi, Şafii ya da Caferi olmanın da kutsal olamayacağına inanıyorum.
Tüm bunları neden yazıyorum,
Her kim mezhep kışkırtması üzerinden yol alıyorsa o yoldan geri dönsün. Kim bundan ekmek yiyorsa, çıkarsın, hem midesini hem kalbini rahatlatsın. Dinin sahibi Allah’tır ve Allah kullarının imanına ve o imana olan itaatine yani Müslümanlığına bakar.
Zulmeden birisinin Şii olduğu için kurtulma durumu yoksa Sünni olduğu için de kurtulma durumu yoktur. O sebeple bizim Suriye konusuna bakışımız din perspektifli değil, siyasi olmak zorundadır. Bu savaşı din esaslı bir iç savaşa, ABD ve İsrail dönüştürmüş ve maalesef İran ve Suud devlet olarak eşlik edip, ateşi büyütmüşlerdir. Şiilerin ya da bizim varsa itikadi ya da ameli arızamız, bunu Rabbimiz sorar. Bizim de onların da bu hesabı kanla sormaya ne yetkimiz ne de hakkımız vardır.
2011 Mart’ından bu yana Suriye krizini birçok yazardan ve yayından takip etmeye çalıştım. Yazılıp çizilenler içinde geldiğimiz sonuç üzerinden bakarsak kendi adıma en tutarlı tespitlerin Atasoy Müftüoğlu ve rahmetli Akif Emre tarafından yapıldığına inanıyorum. Her ikisi de ümmet bilincinin Hanefi ile Şafii arasındaki kardeşlikten değil, Sünni ile Şii arasındaki yakınlaşmadan geçeceğini vurguladılar.
İslam ülkelerini devletlerarası rekabetin büyüteceğini, kardeşler arası çatışmanın da küçültüp yok edeceğini unutmayalım.
Sonuç olarak, Şii zannedilecek kadar Sünni, Sünni zannedilecek kadar Şii olup, kardeşliğimizi ve bu bilinci beslemezsek, daha çok ABD, İsrail gemisine biner açık denizlerde boğuluruz. Biz ne dinimizi ne de mezhebimizi batılılardan ya da onların alandaki maşalarından öğrenecek değiliz.