Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller
Sezai Karakoç’un Mona Roza şiiri böyle başlar ve ben her duyduğumda dünyanın bütün gülleri içime dökülmeye durur, oradan da Geyve’ye gider, bir açık pencereden tülleri yararak o beyaz yatağa dökülür. Kanadı kırık bir kuş olur, bir siyah gül taşırım gagamda. Bilirim ki Mona Roza şairin olmamıştır. Bilirim ki Muazzez Mona kanatlanmış, uçmuş gitmiştir şairin ellerinden. Ancak aşkı yuva yapmıştır gönlüne ve orada yaşayacaktır, bu şiirin mısralarıyla birlikte...
Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar
Bir tarafta hayatın uğultusu, bir tarafta hasretin döktüğü yağmurlar. Bir hal olduğu içindir bütün bunlar. O haldir şairi iğri iğri toprağa düşüren. Damla damladır artık hayat. Tavşanlar ürkek ürkek bakarken dağa, çakallar aya karşı ulumaya cüret ederler. Mona’nın aşkı yuvasında bülbüller gibi şakırken, kendisi hayatın bin türlü mihnetine göğüs gerer.
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...
Açar penceresini sevgili, gerçek sevenden uzak, hoyrat bakışlara karşı. Bir bakışına ölecek olan uzaklarda kalırken, yüzünde macera arayanlara açılır perdesi, hayattır işte bunun adı. Artık o koyar bütün kuralları, kaideleri, o uyandırır hasretleri, uykusuz geceleri... Mecnun olur Kays, Leyla olur seraplar.
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
Ve anılar... Yürünen yollar, geçilen ağaçlar, kokusunun sindiği şehir... Vitrinlerde ışığıyla göz eder nişan yüzükleri, altın bilezikler, küpeler, onlara söyleyecek söz bulamaz koca şair! Kapı zilleri yalancı çoban olsa da inanır her seferinde... Her seferinde yalancı baharların tomurcukları kalır ellerinde.
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgâr
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
En ıssız yerlerde hüznünü döker şair, en ıssız yerlerde mahremmiş gibi, başkaları görecekmiş gibi sevdiğini düşünür, yaşar, yaşatır. Oysa hayat bir mumun arkasında bekleyen rüzgâr gibi bekler ardında, ansızın sabah olur, ansızın biri gelir ve vahşi çiçek toparlanıp gider uzaklara bir dahaki sefere kadar.
Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli olur bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların
Ama tümüyle silinmez muhayyileden sevgili, dünyanın en narin çiçeği gibi dolaşır elleri, parmakları, ellerinden bilir onu, denizin dibinde geziyor olsa da ellerinin tuzuna ihtiyaç duyar içindeki yara.
Zaman ne de çabuk geçiyor
Mona saat on ikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Zaman durmaz, ne kadar kederli olursa olsun insan. Saatler ilerler, lambalar söner ve sevgilinin uyku vakti gelir. Aşık nöbetindedir kendi sevdasının. Kendi çektiklerini çeksin istemez sevdiğinin ve ona turnalarla süslü bir rüya ısmarlar.
Sevgiyle kalın.