Muazzez bir kadın: Fatma Seyrek; sadakalarla yetiştirilen gençler

Seyit Küçükbezirci

Bir gün dedim ki, Fatoş Hala’ya: “Kira veremeyen, gariban, onlarca genci evinin bir gözünde barındırdın. Sana gelen hediyelerle, zekât paraları ile doyurdun. Birkaçı hariç, ne selam ne sabah.. Hiç gücenmiyor musun?” dedim.

“Çocuklar kuş gibi. Elinde olanla kuşa bakarsın. Hiç insan beslediği kuştan bir şey umar mı? Seversen beslersin” dedi.

‘MUAZZEZ’ KELİMESİNİN EN ÇOK YAKIŞTIĞI KADIN

‘Beyşehri’nin ‘Üsgelles Köyü’nden olduğunu söylerdi. Sille’de yaşayan bir kızından başka hayatta kimsesi yoktu. Kırk yıl el kapılarında, çoğu zaman boğaz tokluğuna ömrünü sürdürdükten sonra şehre gelmişti. Ahmet Fakih Mahallesi, Şehit Fahri Sokağı’ndaki harap, iki göz kerpiç evi alıp oturmuştu. Geçmişini kimseye anlatmazdı…

Herkesin ‘Fato Hala’sıydı. Komşularının her derdine kapısı da, gönlü de açıktı. Kocası bir yerlere giden gelinlere bekçilik eder, sevdiği kadınların çocuğunu avutur; her ikindi çocukları toplar parklarda gezdirir, düğünlerin, davetlerin baklavasını açar, böreğini yapar… Onun gibi ince baklava açmak mümkün değil. Gece, gündüz fark etmez, “Fato Hala aman yetiş” diyenin yanında.. Önüne korlarsa bir yemeklerini yer, çıkar. Bazen üç günde bir yemek yermiş…

Bir densiz çıkar da, “İyi de Fatoş Hala, sen neyle geçinirsin?” diye sorduğunda gülümserdi... “Ben hayırlı guş’um. Hayırlı guş’un gısmeti ayağına gelir” derdi. (Konyalının yanında baykuşun adı da “hayırlı kuş”tur. Her gün karanlık basarken bir serçe nasip olarak gönderilir, Allah tarafından. Böyle inanılır, böyle rivayet edilir.)

Evinin altında, toprak içinde gömülü karanlık bir izbesi vardı. İzbesinde kürek sapı uzunluğunda koca bir yılanı vardı. Arada bir yılan için bir kenara yerleştirdiği çanağa süt doldurur; yılan hiçbir şeyi umursamadan bir delikten çıkar sütünü ağır ağır içip giderdi... Fatoş Hala; “Bu izbede her şey çoğalır” der; sonra kıkır kıkır gülerdi…

Gazi Mustafa Kemal’e “Mustafa’m” derdi; “Cumhuriyet Bayramları”nı hiç kaçırmazdı. Alaca karanlıkta gelir, Alâaddin’e çıkan taş merdivende yerini alırdı. O zamanlarda törenler “Cumhuriyet Meydanı”nda yapılırdı; “al/beyaz bayraklar” deniz gibi Fatoş Hâlâ’nın önünden geçerdi. “Cumhuriyet’in 30. yılı” (1953) “resmigeçit”ini birlikte el ele seyretmiş, gece “fener alayı”na katılmıştık…

“ÇARESİZ KUŞLAR” GİBİ ÇOCUKLAR; “HAYIRLI KUŞ”UN KISMETİ

1955’lerde kocası Recep ölmüştü. Ona “Raco” derlerdi. Nereli, Konya steplerine nasıl düştü, kimi kimsesi var mıydı; kimseler bilmezdi. “FATMA SEYREK” herkesin “Fato Hala”sıydı; kocası Recep, herkesin “Kürt Dede”siydi. Hakkında rivayet muhtelifti; kimine göre yurdundan kaçmış bir Kürt soylusu. Yıllarca konuşamayan, suyunu bile kendi içemeyen Kürt Dede’ye öyle bir baktı ki... Hâlâ söylenir… Gıpta edilir…

Foto 1

 

Nerede kalmıştık?

1955’lerde, Ahmet Fakih Mahallesi, Şehit Fahri Sokak’taki iki odalı evinin bir odasını, hem can yoldaşı olsun hem aylık bir gelir getirsin diye Adanalı lise öğrencilerine kiraya vermişti. Başlangıç o başlangıç olmuş; on beş yılda, belki otuz genç öğrenimini o tek odada tamamlamıştı. Bazı yıllar bir odada beş çocuk, bir de babaanneleri olurdu. Çoğu fakir çocuklardı; Konya’da, kendisine çevrenin “hayır” için verdiği şeylerle çocukların ihtiyaçlarını karşılardı.

1959-1960 yılı hep hatırımda… İki göz, damı akan kerpiç evin bir odasında tam altı genç olmuştu, liseye giden.. Sevenlerinin verdiği unla, bulgurla; tirit/pilav hepsini doyurdu, okullarını bitirmelerini sağladı…

Başkalarının yardımları ile “hayır”ları ile sadakaları ve zekâtları ile geçinen ihtiyar bir kadın; Türk üniversitelerine altı genç kuş daha uçurmuştu... Olan biten aklın alacağı bir iş değildi… Bir zenginin bir yoksulu donatmayı göze alamadığı bir ekonomik (!) dünyada; BİR YOKSUL, ALTI YOKSULA BAKIYOR, BARINDIRIYORDU… Yaradan’ı, Hayırlı Kuş’unu hiç unutmamıştı…

Sonra o çocuklar, nasıl başardılarsa fakültelerini bitirdiler; doktor, yüksek mühendis, öğretmen, polis oldular.. Daha sonra da genel müdür, müsteşar; Adana’nın en büyük holdinglerine yönetici...

İçlerinden “Ali” adlı biri, Konya’dan ayrıldıktan on yıl sonra Fato Hâlâ’yı buldu; kimya yüksek mühendisi olmuştu; bir şirketin genel müdürüydü. Ali, her ay havale yollamaya başladı; Fato Hâlâ ölünceye kadar da aksatmadı…

Ötekiler ne mi oldu?.. Hiç; ne selam ne sabah... FATO HALA, kimyager genel müdür Ali’nin gönderdiği havaleleri yine bir fakire harcadı; “fisebilillah” yardımları O’nu sevinç denizlerinde yaşattı. Ama; O, bir bayram tebriki, bir selam bile göndermeyenlere de hiç gönül koymadı.. “Çocuklar kuş gibi.. Elinde ne varsa onunla kuşa bakarsın. Hiç insan beslediği kuştan bir şey umar mı? Seversen beslersin” dedi.

SADAKALAR DA, BAKIR KAPLAR DA TÜRK ASKERLERİNE

1974 yazında “Kıbrıs Savaşı” vardı. Konya’dan geçerek “Güney”e sel gibi asker adıyordu... FATO HALA’yı sıcak bir öğle üzeri Hükümet Meydanı’ndaki havuzun kenarında oturur buldum. Sıcaktan bunalmıştı, nefesleniyordu… “Nörün?” dedim; nereden gelip nereye gittiğini sordum. “Ne oturun burada?”

Çini mavisi, turkuazın en güzeli menevişli gözlerinde öyle bir sevinç, öyle bir sevinç… Çemberinden dökülen kır saçlarını topladı; yüzünü kaplayıp şakaklarından dökülen terleri avucuyla sıyırdı; “Ordu’ya yardım lâzımmış, ne varsa götürüp verdim. Hepsini bankaya yatırdım, oradan geliyorum” dedi... Yatağının altında sakladığı, uzun zamanlarda biriktirdiği sadaka, fitre, zekât paralarını toplayıp Ordu’ya yatırmış… Sonra, içine sinmemiş; “Belki az olur” diye evindeki kapları da bir at arabasına yükleyip bakırcılara satmış; o parayı da götürüp vermiş. “Evde bir tane bile bakır gap galmadı; amma, iyi oldu” diyordu..

HAK’TAN GELENİN HALKA GİDİŞİ BÖYLE OLUR, HERHALDE

Bir Allah’ı, bir kızı, bir kerpiç evi… İstediği eve Misafir olabilme.. Ha diyenin hatırına her hizmete koşma... Sevenlerinin verdiklerini, sevdiklerine aktarmakla geçen bir ömür... Kimin sofrasına oturduysa mutluluk getirdi.

Hangi kelime FATMA SEYREK’i hakkı ile anlatabilir diye düşündüm. ‘Muazzez’ kelimesi ona çok yakıştı. Osmanlıca sözlük, ‘muazzez’ için diyor ki: “İzzet ve şeref sahibi/Ağırlanan, saygıyla kabul olunan/ Değerli, aziz.” Hep aynen böyle yaşadı…

Bana birisi, “Gördüğün en dirençli insan kim?” diye sorsa, “FATOŞ HALA” derim. Ben yılmamayı ondan öğrendim. Hep onun ‘Sarı Siyid’i’ olarak kaldım…

1984 yılının 3 Ağustos günü öldüğü duyuldu. Bütün komşuları, duyan herkes koşuştu. Yudular, yıkadılar, sarıp sarmaladılar… Birkaç kamyona doluştuk, götürüp kızının yaşadığı Sille’nin büyük mezarlığına gömdük.

Bu yıl FATO HALA’nın 29. ölüm yıldönümü. Öldü, ama o gönlümüzde hiç ölmedi…

Acaba gerçek ölüm gönüllerde de ölünce mi olur?

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.