Muhacir Pazarı’nda bir tatlı huzur
Benden biraz büyükler de, benden biraz küçükler de “Hüzün Burcu”na çoktan girdiler. İster kabul etsinler, ister etmesinler. Ama yaşıyorlar bu burcu. Yiğitliklerine toz kondurmasalar da, her hallerinden belli, neler hissettikleri, neler yaşadıkları.
Sızlanıp durmanın âlemi yok. İş olacağına zaten varıyor.
Geçenlerde, Pazartesi Yazıları’nda “Muhacir Pazarı’nda Bir Tatlı Huzur”dan söz edeceğimi, “Muhacir Pazarı”nı yaşayacağımı yazmıştım.
“Birlikte gideydik” diye siteminizi duyar gibiyim. Mümkün değil. Herkes ayrı gezsin, meşrebince. Ayrı ayrı gezelim de birbirimizi göresimiz gelsin…
“BENİM SAATLERİM”; “BENİM ÂŞİNALARIM”
Bal yiyen, baldan usanır. Şaptan da, şekerden de “bizâr” olduğum haftalarda canımı “Muhacir Pazarı”na atarım. Çocukluğumu, gençliğimi, “epbab”larımı, eski Lalebahçeliler’i, eski Alakovalılar’ı, eski Kumköprülüler’i ararım. Eski tatları, eski lezzetleri ararım. Bulurum, bulamam. O ayrı; ama umut etmek bile öyle güzel ki.
“Aslı yok yaylasında bin 500 koyunum var” gibi; “Herkes kesesinden yesin içsin, saltanatım var” gibi; yaşantıdan “elâman” dediğimde, Pazar günlerini iple çekerim.
Ne çanta, ne torba, ne poşet. Elmas Hanım’ın ricası bile kabul değil.
Limonata gibi bir “Konya eylülü” sabahı. “Hüzün Burcu”nun en kristalize saatleri. Billur ışıltısında. Tekmil “Hüzzam Şarkılar”ın eşliğinde.
Aramaya gidiyorum onları… Rastlarım umuduyla… “Muhacir Pazarı”na.
YİTİRDİKLERİM, ÖZLEDİKLERİM, BULMAK İSTEDİKLERİM
Eski günlerdeki gibi. Tekmil Alaaddin Caddesi’nden batıya; kıvrılıyorum, Orduevi’ne doğru. Zafer… Zafer’de yol ayrımından sağa. Yürüyorum… Şirin Hanım Çeşmesi. Sonra “Macır bazarı”nın bütün sokaklarını ikiye kesen “demberaşşa” giden uzun sokak; güneye doğru. Bir varmış bir yokmuş olan “Belediye evleri” solunuzda; sağınızda Mümtaz Koru İlkokulu. Aklım elli yıl öncelerde. “Yeni Harman” cığarasına “kasnak” attıran kızlar. Niyet çeken tavşanlar. İki kafalı adamların seyrettirildiği “tuluat” çadırları.
Dedim ya. Aylardan Eylül. Yıllardan 2011.
“Hatunsaray divleği” arayacağım; “Buz karpuzu” arayacağım. “Dimnit üzümü”nün peşindeyim; “Aladiriz Üzüm”ün peşindeyim.
Pazarın arkasında tavukçuların üstlendiği sokakta “son kuşlar”ı seyredeceğim. Sedirlerli bıçkın delikanlıların getirdiği güvercin kafesleri içinde “zitkara” “Mardinli”, “Akkuyruk kara”, “Demkeç”, “Gut”, cinsinden son çizgiler; bulmaya çalışacağım.
BİR TAŞIN ÜSTÜNE OTURMUŞ, CELÂLETTİN KİŞMİR
Muhacir Pazarı’nın beton kabuğunun kuzey yanını boylu boyunca doldurmuş kavuncular, karpuzcular. Çığlık çığlığa… “Bal gibi bunlar”, “Kesmece, kesmece” “Çumra’nın bunlar, Polatlı kavunları, lokum, lokum”… “Kırkağaç, Soma, Kırşehir, Kaman” …
Bir sergiye yaklaşıp soruyorum; “Selbasan Divleği arıyorum” Satıcı: “Divlek ne ki dede? Bunlar kavun” diyor
Başka birine gidiyorum. “Hatunsaray divleğini nasıl bulurum” diyorum. Yüzüme bel bel bakıyor, lâhavle çekerek.
Bir taşın üstüne oturmuş, rahmetli Celâlettin Kişmir. Çinimavi gözlerini güneşte kırparak bakıyor. Gülümsüyor. “Divlek mi aran Siyidim?” diye soruyor. Elinde, beyaz keçiboynuzu saplı bir çoban bıçağı.
“Arama” diyor. “Bulamazsın”; ama, madem gelmişsin, ben sana divlek nasıl yenir, anlatayım. İstersen divlek yerine bir kavun bul” diyor.
Anlatıyor…
“DİVLEK” NASIL YENİR?
Celâlettin Kişmir, artık, “Fi zamanının” bir divlek sergisinde. Yanına oturdum, elimi tuttu: “Bak Siyidim” dedi, anlatmaya başladı. “Konya’nın divleği nasıl yenir bilirim. Ne evde yeni o divlek, ne de masa başında dilimlenmiş olduğu halde. Divlek sergilerde yenir. Divlekçinin önüne dikileceksiniz. İyi bir divlek ver hemşerim diyecekseniz, satıcıya. O size soracak, burada mı yiyeceksin, evde mi? Siz burada, diyeceksiniz. Yüzlerce divlek içinden bir tanesi seçilir. Al, denecek size. Siz de bir taşın üstüne oturup keseceksiniz onu. İşte divlek böyle yenir. Konya’nın Selbastı kavunu, Konya’nın Hatunsaray divleği böyle yenir.
Ben de öyle yaptım. Ağzımı şapurdata şapurdata baldan bal bir divlekti kestiğim, yediğim. Yanında tulum peyniri, Konya’nın o upuzun çöreği de (bir arşın uzunluğunda zar gibi ince tırnaklı pide) olacak. Şöyle divlek yığınından ayrılmış beş on tanesi bir arada durur. İsterseniz o tadından yarılmış kavunlardan alın. Kaşık kavunu derler bunlara. Yarı yarıya su ile dolar her defasında kaşığınız. Taze kaç somun gider yanında farkına bile varmazsınız.”
İÇİ GÜNEŞ DOLU “DİMNİT ÜZÜMLERİ”
Dalıp gitmişti, Celâlettin Ağabey, Konya’nın Asrı Saadet eylüllerine, Konya’nın “döküm zamanları”na.
Üzüm aramaya gidecem, dedim. Neyi arıyorsun, diye sordu. “Dimnit, büzgülü, germi, gadın barnağı, aladiriz. Ne bulursam” dedim. Acıyarak baktı. “Nafile” anlamına başını salladı.
Elinden tutup kaldırdım. Küçük adımlarla, “day day” yürüdü. Pazarın arka sokaklarına götürdüm onu. Üstü kapalı pazara alınmamış köylüler “yer kaparak” sıralanırlar, buraya.
Bakmadık sergi komadık, ayaklarımıza “kara sular inerken” bir Çayırbağlı’ya rastladık. Perişan bir sepet; köylü, “Yirli üzüm bunlar ağalar, Çayırbağı’ndan, dimnit” dedi.
Celâlettin Ağabey bir hoş oldu, mavi gözleri ışıl ışıl. Sevinçten sesi titriyor: “Al bunların hepsini Seyidim” diyor, “Ben istemem.”
Sonra, bir şeyler aklına gelmiş gibi. Anlatıyor: Baktın mı içi dışı görünür. Şöyle ışığa doğru tutuverin içinde ne var, ne yok hepsi sayılır bir bir. Kabuk mu var, Konya üzümünde. Yoksa hafif bir tat mı? İnsan oturdu mu kilo ile değil, küfe ile yiyeceğini sanır.
Bu mevsim siz siz olun da sabahları çay, süt, yumurta gibi ıvır zıvır şeyler yemeyin, içmeyin. Bir tabak üzüm, üzerinde boncuk boncuk duran su taneleriyle her şey demektir. Sabahleyin dükkânı açtınız değil mi? Biraz tulum peyniri, bir somun ekmek veya varsa çörek, kese kâğıdında yıkanmış Konya üzümü. O nefis sabah kahvaltısının tokluğu akşama kadar sürer gelir.
Üzümü bir deste gül içinden seçermiş gibi alıp yiyeceksiniz. Şöyle bir elle tutacaksınız…
Ansızın farkına varıyorum, Celâlettin Kişmir “sır” olmuş. Kalakalmışım, Muhacir Pazarı’nın arka sokağında; bir sepet dimnit üzümü, bir Çayırbağlı “son bağcı” ile birlikte.
Feyzi Halıcı geliyor aklıma. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin büyük ustalarından Feyzi Halıcı, her bağ bozumu ayında Konya’ya gelirdi; “epelek gibi”. Eylül’den bir ay önce telefonlar ederdi, eşine dostuna. “Dimnit üzümleri çıktı mı” diye.
Feyzi Ağabey’e kalırsa, arkasından dimnit üzümü yenmeyen etliekmek boşa gider. Etliekmeğin de dönemleri var. “Çarşı helvası” ile, “gök soğanla”, “dimnit üzümü” ile.
“BİR YAĞLI MARUL OLSA, AYAKLARIMI BİR MERAM ÇAYINA ISLATSAM”
“Konya sevdası” ile, Konya’nın dışında her yeri gurbet sayarak yaşayanlar geliyor aklıma, bir bir.
Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak: “Bir yağlı Meram marulu olsa. Ayaklarımı cıplatıp Meram Çayı’na bir ıslatsam” derdi.
MERAKLISI İÇİN NOT: 1) Konya Divleği/Türk Folklor Araştırmaları/Ağustos 1966/Sayı:205/Celâlettin Kişmir
2) Konya Üzümü/Türk Folklor Araştırmaları/Ekim 1964/Sayı:183/Celâlettin Kişmir
MESAJ TAHTASI: MİSTİK MÜZİK FESTİVALİ’Nİ KAÇIRMAYIN
Mistik Müzik bâbında muhteşem ziyafetler veriliyor, her gece. 30 Eylül tarihine kadar da sürecek.
Gine, Fas, Hindistan, ABD, grupları izlendi. Bugün ve sonrası Tacikistan, Tibet, Kırgızistan, İran, Türkiye müzik toplulukları çıkacak sahneye.
Konya İl Kültür Müdürlüğü’nün düzenlediği “Mistik Müzik Festivali” ücretsiz.
Mevlana Kültür Merkezi’nde, her akşam saat 21’de.
Gitmezseniz, Konya’da sanat etkinlikleri yok, diye sızlanmaya da hakkınız yok.
Ayağınıza kadar geldi, ünlü mistik müzik grupları. Siz bilirsiniz.