Muhteşem Yüzyıl

Prof. Dr. Caner Arabacı

Muhteşem Yüzyıl ve kültürel hassasiyet sorunu

Tarihin toplum kurucu, millet yapıcı, bilinç kazandırıcı rolünü bilenler; kendilerine ait doğru dürüst tarihleri olmasa da hedeflerine uygun bir tarih uydurup ondan faydalanırlar. Tarihten faydalanmanın en iyi yollarından birisi de film üretmek. Amerikalıların tarihsizlikten dolayı, Grek’ten, İskender’den tarihi konular, şahsiyetler seçip onlar üstünden doğu ile savaşması boşuna değil. Onların filmlerinde üç yüz gladyatör, bir Pers İmparatorluğunu perişan edebilir. Kurşun işlemez kahramanları, belden yukarısı çıplak olduğu halde, binlerce silahlı askerin mermi yağmurundan yara almadan kurtulur, üstelik tek başına onların hakkından gelebilir. Her türlü silah ve aracı kahramanca kullanan rambo, galibiyetini Amerikan bayrağının önünde seyirciye poz vererek kutlamayı unutmaz. Başarılı, güçlü, yenilmezdir. Seyirci de o kahramanın şahsında ABD’yi, ABD yenilmezliğini görür, o mesajı alır. FBI, CIA elemanlarının, her mücadelede mutlaka başarılı olduğu gibi. Kızılderili yığınlarına karşı kahramanlıkları artık tatmin etmediği için, doğu ile savaşan Batı Medeniyetinin temelinde harcı olan kültürlerin kahramanları da onlarındır. Tarihleri yetersiz geldiğinden yandaş tarihlerini de kullanırlar.

 

“Ya bizde?”, sorusunu keşke hiç sormaz olsaydık. Bol harcırahlı bir amiral çocuğu çıkar. Çanakkale belgeseli hazırlayacaktır. Hazırlar. Mehmetçikten çok Anzakları anlatır. Onların mektupları, sevgilileri, sevdikleri, karıları, çocukları vardır. Onlar insandır, onlar medenidir. “Çanakkale’de keşke ölmeselerdi” dedirtebilir seyirciye. Mehmetçik ise, yığındır. Sevdikleri, anası, yavuklusu, hissi, yavrusu var mıdır, o düşünülmez.

Neden?

Belli değil mi? Belgeseli hazırlayanın zihniyeti ile Çanakkale’ye saldıranların zihniyetinde bir yakınlık vardır.

Şimdilerde üstüne çok yazılar döşenen, eleştiriler, protestolar düzenlenen Muhteşem Yüzyıl da öyle. Osmanlının, en ihtişamlı devrini dizi olarak işleyecektir. Ama ilk bölümünde ortaya koyduğu anlayış tam bir oryantalist yaklaşımı sergiler. “Muhteşem” adı gibi, muhtevanın işleniş tarzı da Avrupalıdır. Osmanlı tarihine, kültürüne Avrupalı bir kafa ile yaklaşma.. Süleyman’ın, ağzından “Allah” kelimesi çıksa, altında seccade ile namaz pozisyonunda gözükse de ruhsuzluk paçasından akar. Esir kadınlara, Haremdeki acemi kızlara duyduğu iştiha, ne Rodos’un fethi kararında, ne Avrupa haritası üstünde kılıç ile çizdiği hedef belirlemede gözükmez.

Tarihimize içeriden yaklaşma sorunu had safhadadır. İçeriden bakma. Bizim geçmişimiz olduğunu bilme. Ha bu tutum, yalan söylemeyi, yapmacıklığı, hataları örtmeyi gerektirmez ki. Doğruyu seven, Hakk’a tapan bir toplum hassasiyeti ile yaklaşma.. Davranışlarda saraylı asaleti, yürüyüşte haşmet, bakışlarda sultanî azamet, kararlılık niçin gözükmez. Osmanlı’ya bakış, bugünün sokak kültürü, argoya yakın sözleri ile mi olmalıdır?

Tarihî yanlışları sayıp-döken çok oldu. Tekrara gerek yok. Bakışta; yerlilik, anlamaya çalışma gayreti olsaydı, hataların birçoğu seyirci tarafından örtülebilirdi. Kıyafetlerdeki gösterişe rağmen, ruh asaletinin film setinin çevresine uğramaması, bir galiz nakısa..

Hatasıyla, savabıyla Kanunî’yi öğrenme seyircinin elbette hakkı. Tarih ortak köken.. Tarihe mal olan şahsiyetler de öyle. Onları, senarist ve yönetmenlerin tek başlarına farklılaştırma hakları yok. Tepkileri bu açıdan normal görmek gerek.

 

Hâlbuki geçmişte Osmanlı’nın Kuruluşunu, Dördüncü Murad’ı ele alan diziler yayınlanmıştı. Eksiklerine rağmen daha ileri idiler. Onlardan onlarca yıl sonra, ruh iklimi oryantalist bir bulantının ürünü olan tarihi dizinin yayına konması garip. Kanunî’nin ününün yirmi birinci asırda istismarı, onun sırtından geçimlik elde etme gibi bir tavır..

Adı kullanılırken hiç olmazsa dönemi, konumu, psikolojisi kavransa ne kadar iyi olurdu. 814.578 kilometre karelik alanı ile Türkiye, günümüzde birlik-bütünlük kaygısı taşırken; Kanunî, başa geçtiğinde Türkiye’nin yaklaşık sekiz kat büyüklüğünde bir cihan devletini yönetiyordu. Vefat ettiğinde devletin büyüklüğü on beş bin kilometre kareye ulaşmıştı. Yani bölünme, parçalanma endişesi içinde içe büzüşen değil devraldığı emaneti, üç kata yakın büyüterek teslim eden bir çaba ortaya koymuştu. Rodos, Belgrat, Bağdat, Tebriz, Macaristan yanında Akdeniz Türk gölü haline getirilmişti. Fransa Kralına yazdığı mektupta, 17 ülkenin yöneticisi olduğunu vurguluyordu. Zigetvar kuşatılması sırasında vefatı, er meydanlarında geçen ömrü için bir hüsnü hâtime kabul edilmelidir. Zekâ seviyesi yüksek bir hukuk adamı oluşunu, adına takılan isim tescil etmektedir. O, yapayalnız bir sivrilişin zirvesi değildir. Mimar Sinan, Piri Reis, Zenbilli, Ebussuud, Piri Mehmet Paşa, Sokullu’lu çok yönlü bir yükselişin temsilcilerindendir. Dizideki yavan giden konuşmalar karşısında, Muhibbî lâkabıyla binlerce şiire imza atan şair ruhlu adam da örtüşmemektedir. Hiç olmazsa şiirlerinden cümleler uyarlanarak, ihtişamına yaklaşmak denenemez miydi?

Tarihe şaşı bakmanın yeni örneklerine aslında ihtiyacımız yok. Bu türden çalışmaları Avrupalılar, Amerikalılar zaten yeterince yapıyorlar. Onların bakışıyla, onların zihniyetiyle ürünler vermenin kimin yararına olacağı belli.

 

Yalnız dizi, kendi tarih ve değerlerimize yabancılaşma sorununu yeniden gündeme getirdiği için bir bakıma, düşünceye hizmet etmiştir. Yabancılaşma, yerle-uzay kadar farklılaşmayı gözlere batırmaktadır. O kadar ki, bu milletin gelişmesi ile demokratikleşmesinin önünü kesen toplum-aydın zıtlaşmasının, kültürel çatışmanın, ayrılıkçılığın kaynağı olan duruma yeniden odaklanmayı gerektirmektedir. Dizi, iki asra yıkın süredir devam eden Batı hayranlığının, tarih ve değerlerimize lakaytlığın hatta düşman kesilmenin, dolayısıyla farkında bile olmadan sömürgecilerin yerli işbirlikçisi olma gönüllülüğünün bir versiyonu gözüküyor.

 

Avrupalıların bakış tarzına göre Osmanlı, yıkılması gereken bir kötülüktür. İslâm, anarşinin/terörün kaynağıdır. Türk kültürü, hayattan çekilmesi gereken birikim; geleneksel kıyafet, soyulması gereken ucubedir. Tabii ki, Harem de fuhuş yatağı, bir çeşit genelev; acemi oğlanlar ise gayler yeridir. Kanuni’ye, o gözlerinde başkalaştırdıkları hareme rağmen Sadrazam İbrahim'le eşcinsel ilişkiyi yakıştırmaktan utanmazlar.

 

Batılılar, giremedikleri Haremi, bilmedikleri acemi kızları, çıplak kadınlar hamamı gibi tasvirden sinsi bir zevk almışlardır. Çünkü her vesile ile Haçlı orduları önünde direnen, insan onurunu koruyan, farklı kimlikleri haysiyetle yaşatan Osmanlı, düşmandır. Osmanlı, “dinsiz Türklerin” adıdır. Devlet başkanları, “kara kanı” akıtılması gereken varlık, kadını kirletilmesi gereken “Türk lokumudur”. Papaz Lepsius’un, “İyi Türk ölü Türk’tür” düşüncesi, 1890’lı yılların hatırası değildir. Onun için Osmanlının, her fırsatta yerlere serilmesi, aşağılanması gerekmektedir. Yere serme işi sadece zihinlerde değil, coğrafyada da yürümelidir. Avrupa ortalarından atılması, Balkanlar’dan çıkarılması, Anadolu’dan sürülmesi veya toptan yok edilmesi gerekmektedir. Bu bakışın yerli tipi de zihinlere yerleştirilmiştir. Abdullah Cevdet’in Osmanlı düşmanlığını, işgalci İngiliz’e hizmete, T. Herzl’e para karşılığı desteğe kadar götürmesi, başka nasıl anlaşılacaktır? Jön Türklerdeki saray kinini Tevfik Fikret, II. Abdülhamit’in tahta geçiş yıldönümlerinde evine ışık yakmamaya kadar götürür. Çünkü o gece kâbus gecesidir, karanlıkta geçirilmelidir. Buna sadece Jön Türk kafası deyip geçilmeli midir? Bir acı, ince nokta işin içinde kendini göstermekte değil midir? Hasımlar adına kendi devletini, millî varlığını eriten bir tavır.. Bazı yönlerden eleştirilerde haklılık bile olsa sonuç, bu türleri, mankurt zihniyetin temsilciliğine, Batının içimizdeki yeniçeriliği konumuna sürüklemektedir. Batıcı bakış, değerlerimizi ve kültürel varlığımızı hatırlatan her unsura diş bilemeyi ilerilik, modernlik bilerek bugünlere gelmiştir.

 

Bir diziden bu tür konulara yol alınabilir mi? Burada önemli olan tarihe bakıştır, tarih bilincidir. Dizi, oryantalist bakışı gündeme taşımıştır. Tarihe önyargılı bakışı gözler önüne sermiş, bazı tarih anlayışlarının sorgulanmasına sebep olmuştur.

 

Avrupa’nın Osmanlı’ya bakışını, en açık ortaya koyanlardan birisi de Erasmus’tur. Türklerle Savaş (De Turkenkrijg) adlı risalesinde İslâm’ı karanlık bir din, Türkleri de vahşi barbarlar olarak anlattığı, bu risalenin Avrupa’da çoğaltılıp dağıtıldığı, Türklere karşı düşmanca propagandanın ve Katolik’i, Protestan’ı ile Avrupa birliğinin kaynağı olduğu bilinmektedir. Avrupa birliğini temin, Hıristiyanlar arasında asırlardır süren savaşların dindirilmesi için, bir ortak düşmanın gözlere çakılarak yeni oluşuma vücut vermek, Batılı düşünürlerin işini kolaylaştırabilir. Peki, Osmanlı düşmanlığının, Osmanlının torunu, ardılı durumunda olanlara yararı ne olacaktır? Bunu bugün belki anlamakta güçlük çekebiliriz ama Avrupalı temsilciler, Balkanlı komitacılarla birlikte kol kola onlarca Jön Türk’ün Osmanlı’yı devirmek için çalıştığını hatırlamakta yarar vardır. Olaylar-tertiplerin, Jönleri devletin yönetimine getirmesi üzerine onlar, bir süre sonra eski ortaklarına karşı devleti savunmak durumunda kalacaklardır. Fakat düşman kavi, talih zebundur artık. Batıcı, Jön kafalarda Osmanlı yıkıldığı halde Osmanlı düşmanlığı baki kalır. Öyle kalır ki, İngiliz’den, Anadolu’yu işgale kalkan Yunan’dan, Fransız’dan, İtalyan’dan hatta Rus’tan daha önemli düşmandır. Yeni rejim kurulduğu zaman vatana, devlete hasımı can olan, millet varlığını tarumar eden bütün dış düşmanlar kucaklanır. Ama Osmanlı düşman olarak kalır. Bu durumu da anlamak zor değildir. Bir Alman profesörün (Neumark) itiraf ettiği gibi Osmanlı, Batının ensesinde dört asır boza pişirmiş, at tepmiştir. Osmanlı da torunları da Batılı zihinlerden, düşman olarak kolay sökülüp atılamayacaktır. Avrupa açısında bu psikolojiyi anlamak mümkündür. Ama aynı tavır, Türkiye’nin okumuşlarında nasıl görülebilir, bunu anlamak zordur. Bunu düşünce ve medeniyet değerlerindeki dönüşüm, bin yıl savaşılan galip düşmana özenme ancak izah edebilir. Farkında olarak veya bilinç dışı kendi değerlerine karşıtlık, hatta düşmanları adına köklerine savaş açma, o mankurt tavrı deşifre etmektedir.

 

SONUÇ

Türkiye’de üretilen dizilerin, Orta Doğu, Balkanlar, Türk ülkeleri başta olmak üzere, İslâm-Türk dünyasında iyi bir seyirci oranı yakaladığı bir gerçektir. Bu durum içeriğin, kalitenin tartışılmasına engel değildir. Zaten bu sonuç, doğrudan film sektörünün tek başına başarısı olarak görülemez de. Türkiye’nin dış politika atağının, dünyada kazandığı prestijin yansıması da hesap edilmek durumundadır. Türkiye’nin etkinliğinin artması da, dizi zenginliğinin ve bunları üretecek potansiyelin varlığı da bir vakıa. Ama önemli olan dizilerin, kültür coğrafyamızdaki rolüdür. Pazarlayıcı firmaların başlangıçta, otuz-elli dolara satabildikleri dizi bölümlerinin, bugün milyon dolarlara ulaşarak ilk rakamları yüzlere-binlere katlar hale gelmesi, kazancını artırması yeterli midir? Dizilerin, hem ülke içine hem de dışarıya, hangi kültürü taşıdığı önemlidir. Diziler, acaba hangi medeniyet değerlerinin, hangi kültürel dokunun hamalı olmaktadırlar? Yayın aracı olarak bir yönü ile kamu hizmeti yaptığı kabul edilen televizyonlar ve dizileri, kültürel dokumuzu güçlendirmekte mi, yoksa tarihî saygınlığımızla birlikte kültürel yapımızı yıkıp tahrip mi etmektedirler?

 

Türkiye’de, bir anda onlarca dizi film yapıp seyirci önüne çıkabilecek potansiyelin bulunması, güzel bir durumdur. Ama bu gücün, kültür coğrafyamızla olumlu ilişkiler geliştirme, kendi jeokültürel alanımızı beslemesi konusunda sorunlar bulunmaktadır. Senaristi, yönetmeni, oyuncuları, sermayesi ile mevcut potansiyelin, yararlı hale getirilmesi, kültür ve değerlerimizle paslaşması ülkemize güç katacaktır. Bu konuda, toplumu ilgilendiren her çaba ve kurum, sorumluluk üstlenmek zorundadır. ABD’nin ordusundan önce Hollywood ürünlerinin ülkelere girdiği, zihinleri teslim aldığı unutulmamalıdır. Bunun için Pentagon başta olmak üzere CIA, FBI, yılın belli zamanlarında senarist ve yönetmenlerle bir araya gelmektedir. Bu görüşmelerde, onlara sadece teknik destek verilmemektedir. Yönlendirmeler yapılmakta, hatta siparişler verilmektedir. Yüz binlerce saatlik film piyasasının bir ekonomik değeri elbette vardır. Ama Amerikan filmlerinin taşıdığı mesajlar, kültürel unsurlar, büyüttüğü kahraman tiplerinin ne işe yaradığı görmezden gelinebilir mi? Rusya, İngiltere ile diğer Avrupa devletlerinin, sinema âlemi ile ilişkilerinin benzer doğrultuda geliştiği açıktır. Bolşevizm, Nazizm, Faşizm devirlerinde baskın olan ideolojik propaganda; günümüzde onlardan hiç de geri değil hatta çok daha sinsi ve sindirilmiş şekildedir. Vietnam mağlubu Amerika’nın, sinema filmleri ile dünya tarafından galip bilindiği, emperyalist-saldırgan neo-con politikalarının, sanal âlemin yoğun kullanımı ile meşrulaştırıldığı saklı değildir.

 

Türkiye’nin mevcut potansiyelini, Batı kültürünü taşımada kullanmasını anlamak güçtür. Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, MİT vb. kurumların sektöre vereceği destek, olumlu gelişmeleri hızlandıracaktır. Bu yönde siparişlerin verilmesinde ne mahzur vardır?

 

Diyelim ki, Orta Doğu’ya, Afrika’ya açılan Türkiye’de, bir Zenci Musa dizisi/sinema filmi, müthiş kaynaştırıcı olurdu. İşgalci İtalyan güçlerine karşı Trablusgarp’a gelip, Mehmetçiğin yanında “gönüllü” olarak yer alan ve bu gönüllülüğü, diğer emperyalist saldırılar karşısında ölümüne kadar bin bir meşakkat, savaş, gerilim içinde devam eden Zenci Musa filmi ilgi çekici olmaz mı? İki metrelik dev cesameti, kara derisi, pırıl pırıl mü’min yüreği ile Zenci Musa, bu coğrafyada ne kadar da ses getirirdi. İşgal İstanbul’unda birçok şöhret sahibi, mandacılara boynunu teslim ederken, onun cepheden cepheye macera dolu hayat ardından, mütehakkim İngiliz generalinin maaş ve birlikte çalışma teklifine; “Bana bak komutan her laf herkese söylenmez. Benim bir devletim var Osmanlı, bir komutanım var Kuşçubaşı..” demesi hangi yüreği kanatmazdı?. Kudretine mağrur bir emperyalist gücün muktedir komutanı yüzünde, sırtı semerli bir liman hamalının sözünün şamar gibi şakladığı anı düşünün. O an, kara derili hamal, tek cümle ile güneş batmayan imparatorluğu bitirmektedir. Musa’nın asaleti, her şeyin bitti gözüktüğü bir demde Harrington’un menfaat teklifini reddederken, sandığındaki kefeninden de fışkırır. O Yemen’deki Mehmetçiğe para taşırken gösterdiği fedakârlık ve yiğit tavrını, işgal altında da ortaya koymaktadır. Asırlarca bağrımıza bastığımız Yahudiler, İngiliz ordusunda fiilen bulunur, İngilizler adına casusluk yapar, Mehmetleri arkadan vururken, ihmal ettiğimiz kara derili kardeş, tam bir dostluk asaleti sergilemektedir. Zenci Musa şahsında, Trablusgarp’tan Birinci Dünya Harbi cehennemine, cephelere, Orta Doğu’nun paylaşılmasına varıncaya kadar olaylar, sürükleyici bir ibret aynasında onlarca bölüm halinde neden işlenmesin? Kuşçubaşı Eşref, Tunuslu âlim Salih et-Tunusî, Mehmet Âkif, Enver Paşa ile yaveri Mümtaz Bey dâhil onlarca şahsiyetin yer alacağı Zenci Musa dizisi, kara Afrika’nın ak bahtına bir açılım da getirebilir.

 

Yalnız niyet illa ki aşk-meşk işlemekse, aşkın zirvesini yakalayan, konusu sürükleyici, ruh iklimini yüceltici bir Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre, Leyla ile Mecnun vb. devreye sokulamaz mı? Savaş, kavga ile reyting almak isteniyorsa, güncel konular yanına Akıncı beyi Kasım Voyvoda, Köse Mihal ve Mihaloğulları, sekiz dil bilen akıncı Kara Ömer Ağa vb.leri işlenemez mi? Annesi öldüğü ve yanına bırakılacağı kimsesi olmadığı için yedi-sekiz yaşından itibaren babasının yanında fiilen askerlik yapan, TBMM tarafından on iki yaşında İstiklâl Madalyası’na layık görülen Nezahat Onbaşı şahsında Millî Mücadele bir dizi film olamaz mı? Ya Fatma Seher? Yüzbaşı olan kocasını Rus harbinde şehit verince, onun mavzerini eline alıp, Cumhuriyetin kurulmasını sağlayan zafere kadar, kendi öz kızı ve oğlunu da dâhil ettiği çeteler kurarak, vatan müdafaası veren bir ana olarak işlenemez mi? Onbaşı Nezahat, Fatma Seher, Elif Ana, Nene Hatun kadın değiller miydi? Onların yürekleri, sevdaları, çocukları, aileleri, evleri, çevreleri yok muydu? Kadın, hep elbisesi az bir yatak malzemesi midir? Kalpler rikkate getirilmek isteniyorsa, vakıf sisteminin uç örnekleri canlandırılamaz mı?

 

Sonuç, bakışta, niyette düğümlenmektedir. Niyet gerilim, sevda, dostluk, kavga vb. konuları işlemekse, onların uç hikâyelerini kültürümüzden alıp geliştirmek mümkündür. Yüzüklerin Efendisi türü fantastik uydurmalara ihtiyaç göstermeyecek bir efsane zenginliği de bulunabilir. Niyet, seyirciye Batı kültürünü, kendi üstümüzden taşımak olduğunda, çareler tükenmektedir. Çünkü gönüllü köleliğe derman yetirmek zordur.