Haksöz dergisinin 296. sayısında (Kasım 2015) kapak konusu mülteciler idi. Bu konuyu medyadan takip etmeme rağmen, mültecilerin ve durumlarının, bildiğimin çok daha vahim olduğunu gördüm. Bu yazıda, dergideki Mustafa Yılmaz’ın yazısı ve büyük oranda Uğur Yıldırım’ın röportajı doğrultusunda değerlendirmelerde bulunulacaktır.
Dünyada altmış milyon mülteci var. Bu rakamın 13 milyonu 2014 yılında mülteci haline geldi. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) 2014 raporuna göre; dünya genelinde mültecilerin 3,88 milyonu Suriyeli, 2,59 milyonu Afgan ve 1,11 milyonu da Somalili. Kırk bin kişi sığınma talebine bulunuyor diye Avrupa’da kriz çığlıkları yükseliyor. Halbuki sadece Bangladeş’te 1,5 milyon Arakanlı var. Eğer bir mülteci krizinden söz edilecekse, Bangladeş var, Türkiye var, Somali var. Yılmaz’ın verdiği bilgilere göre, Ürdün’de 1,8 milyon Filistinli olduğu kabul edilmektedir. Irak’ta yaşanan savaşlar nedeniyle yüz binlerce Kürt, Türkiye’ye sığınmıştır. Amerika’da İkiz Kuleleri hedef alan 11 Eylül (2001) saldırısı sonrası, Amerika’nın Afganistan’ı işgali nedeniyle 2,5 milyona yakın Afgan, İran’a hicret etmiştir. Kenya’daki doksan bin kişilik Dadaab kampında iki yüz altmış bin kişi kalmaktadır. Kenya’da beş yüz binin üzerinde Somalili bulunmaktadır. Avrupa’ya mültecilik başvurusu yapan Somalililerin sayısı, yüz bini geçmektedir.
Suudi Arabistan, Katar, Dubai ve Birleşik Arap Emirlikleri kesinlikle mülteci kabul etmiyorlar. Bu da göç etmek zorunda kalan Müslümanları oldukça zor durumda bırakan başka bir gerçekliğimiz! Nasılsa olumsuz yaklaşımları ve yetersiz çabaları nedeniyle, Batı’yı ve özelde Avrupa’yı eleştirmek kolay!
Yıldırım, Avrupa’nın ve genelde Batı’nın sığınmacılara yaklaşımından şöyle söz ediyor: “On bin kişi bile gelse Avrupa, ‘Bunları istihdama nasıl kazandırırım?’ mantalitesiyle bakıyor. Batı, mültecileri; doktor, mühendis, mimar, üniversite mezunu, kasap vs. gibi sınıflandırmalar yaparak alıyor. Kendi yaşlı nüfusunun karşılayamadığı işgücünü sağlamak için bu insanları değerlendirmek istiyor. Yani devlet pragmatizmiyle konuya yaklaşıyor.” Yıldırım Batı’nın bu tavrını “pragmatist” bulsa da BM standartlarının çok üstünde Afet ve Acil Durum (AFAD) kampları kurmuş olan Türkiye’nin, meseleye böyle bakmadığını eleştirel bir biçimde belirtiyor: “Size (mültecilere) bakalım, kampa alalım, prefabriklerde hayatınızı devam ettirin, üç öğün yemek verelim siz de burada öylece oturun, diyoruz. Bunu doktora, mimara, mühendise, üç dile bilen bir avukata söylüyoruz.”
Yıldırım’ın belirttiğine göre, daha önceleri Türkiye, sığınmacılar için bir geçiş ülkesiydi. Fakat Türkiye’nin yeni dönem siyasi duruşu, mazlumlara sahip çıkan ülke imajı ve ekonomik gelişmişlik, Türkiye’yi geçiş ülkesi olmaktan büyük oranda çıkardı ve hedef ülke konumuna getirdi.
Savaştan kaçan milyonlarca insanı “misafir olarak ağırlayan” Türkiye’de yasalar, mülteci kabulü ve ülkenin geleceğinde onların, yeni bir unsur olarak yer almaları için yeterli değil. Söz gelişi, Türkiye 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesinden bu yana elli civarında mülteci almış. Milyonları bulan sığınmacıya rağmen, yasal durum henüz değişmiş değil. Eksiklik Türkiye’de hukuk eğitiminde de göze çarpıyor. Yıldırım, hukuk fakültesi mezunu olduğunu ama seçmeli ders olarak dahi mültecilik konusunda bir ders alamadığını ifade ediyor.
Mültecilerin bir sorunu da hem kendilerinin hem de geçiş yeri gördükleri ya da sığınmak istedikleri ülkenin güvenlik görevlilerinin onların hakları konusunda yeterli bilgiye sahip olmamaları: “Düşünün ki Doğu Türkistan’dan biri mecbur kalıp sahte pasaportla geliyor. Ama bu kişi evrakta sahtecilik veya yasa dışı bir eylem hükmüyle geri gönderilmeye çalışılıyor. Halbuki insanın sahte pasaport kullanması mülteci olduğunun en bariz göstergesidir. Demek döndüğünde ciddi bir sıkıntı yaşacak.”
Türkiye’nin; sağlık, eğitim, çalışma vb. hakların tamamını, sığınmacılara verilecek bir hak değil, verilebilir bir hizmet olarak belirlediğini söyleyen Yıldırım, “Bu hakları verirseniz bunun kanuni bir alt yapısı var ama bu hakları vermezseniz veya bir kesim bu hakları kullanırken diğerleri bu hakları kulanamıyorsa da bu sizi bağlamaz. Bu nedenle, Afgianistan’dan Irak’tan gelen mültecilerin Suriyeli taklidi yaptıklarına şahit oluyorsunuz.” demekte. Yani Türkiye’ye sığınan kim olursa olsun hepsine eşit imkân sunulmasını emreden bir yasa mevcut değil.
Yıldırım’ın belirttiğine göre, “Türkiye’de yüz binlik kente yüz bin Suriyeli daha gelince hastaneler yoğun olmaya başladı, sağlık hizmetlerinde eskisi gibi rahat faydalanamıyoruz.” diyenler mevcut. Suriyeliler ise sağlık hizmetinden faydalanabildiklerini ancak Arapça bilen personel veya doktor olmadığı için dertlerini anlatamadıklarını söylüyorlar. Halbuki Suriye’den gelenler arasında doktor olanlar da var ama amelelik yapıyorlar. Bir başka problem de çalıştırma ahlakındaki eksiklikler. Kimse Suriyelileri sigortalı çalıştırmıyor. Sigortalı Suriyeli sayısı, Çalışma Bakanlığı verilerine göre dört bin iki yüz kişi.
Görüldüğü gibi, Türkiye’nin mülteci hakları konusunda bir standart yakalaması ve gerekli yasal düzenlemeleri yapması gerekiyor. Mülteci hakları, hükümetlerin “kadirşinaslığına” bırakılmayacak kadar önemli. Türkiye’ye nüfus lazımdı. Allahu Teala bize milyonlarca kardeşimizi yönlendirdi. Bu, kriz gibi görünse de fırsata dönüştürülmesine bir engel yok. Ayrıca ensarlığımızı göstermenin de tam zamanı!