Her görünen, göründüğü gibi olsaydı Peygamber o kadar keskin, o kadar aydın, o kadar aydınlatıcı görüşüyle gene de "Her şey nasılsa öyle göster bana" der miydi? Güzel gösterirsin, gerçekte çirkindir. Çirkin gösterirsin, gerçekte güzeldir, özdür. Şu halde bize her şeyi, nasılsa öyle göster de tuzağa düşmeyelim, biteviye yol azıtmayalım. Şimdilik senin tedbirin güzel olsa, aydın olsa bile onun tedbirinden daha iyi olamaz; o, böyle derdi. Şimdi sen de her görünene her tedbire güvenme; yalvar-yakar, kork. (Fi-hi ma-fih. 1. Bölüm)
Salağım ben salak. Aptalım. Geri zekalı.
Neden böyle söyledin?
20 yıl öncesinden söz etmeye başladı.
Baştan sona hata dedi hayatım.
Hatalarla ve kayıplarla dolu boşa geçirilmiş onca zaman. Geriye dönüp bakınca uykularım kaçıyor. Ölüm korkutucu geliyor. Yaşamadım çünkü.
İyi de buradan bakıp 20 yıl önceki kadını suçlaman adil mi? Eğer hafızanı alıp yine aynı yere göndersek aynı davranışları yapmaz mısın?
Çok öfkeliyim. Çook.
Kime?
Hangi birisini sayayım?
Sonra. En sonunda öfke kendisine dönüyordu. Bu bir kısır döngüydü. Çünkü o hataları yapmamalıydı. Kim söylüyordu bunu? İçindeki ses. İyi de o ses kime ait?
İçinizden gelen her ses hekim değildir diyordu Hz Mevlana.
Duygular aklın önündeydi ki akıl bile yetmezken bazen.
Hep söylediğimi yeniden söyledim. Duygular akılla kontrol edilmeli. Akıl da mihenge vurulmalı. Mihengin söylediğinin önünde akıl kurban edilmeli. Mihenk nedir?
Mihenk Kur’andır diyordu kılavuz.
Peygamber sav şöyle dua ediyordu: “Geçmişe kederlenmekten ve gelecek için kaygı duymaktan sana sığınırım.”
Bu kez kadın olduğum için dedi. Eğer kadın olmasaydım…
Sanırım kendisi de inanmadı.
Kimsem yoktu dedi. Sahipsizdim. Arkamda duracak kimsem yoktu.
Zaaflarımız dedim. Zaaflarımızı yok sayamazsın. Sonra tedbirler. Akıl. Kişilik. Tüm bunların hepsini konuşabilirdik; fakat yararsızdı. İhtiyacı olan bunlar değildi.
Neye ihtiyacın var diye sordum.
Sustu bir süre.
Anlaşılmaya dedi.
Konuşmaya, anlatmaya, ağlamaya. İçim acıyor dedi. Canım çok yanıyor. Buğulandı gözleri.
Şefkate ihtiyacım var. İlgiye.
Çok yoruldum. Güçlü durmaya çalışmaktan. Yıkılmadığımı ispat edip durmaktan. Oysa içimde her şey yıkık dökük. Kim anlayacak beni? Neye tutunacağım?
Tek tek bütün acı çektirenlerden intikam almak istiyordu. Hepsinin mahvolduğun görmek. İçindeki ateşin alevleri gözlerden okunuyordu.
Tüm kayıpların yası tutulmalıydı. Dik durmak adına görmezden gelinen duygular aslında intikam alıyordu ondan. Acizliğimizi kabulle başlanmalıydı oysa yola. Bizden öncekiler öyle yapmıştı. Çünkü karşılıksız acı yoktu. Hiç olmadı da. O öyle Kerimdi ki tahammül edene aldığının yüz katını veriyordu. Hep verdi de.
Tanrıdan umut kesmemek gerek. "Gerçekten de kâfirlerden başkası Tanrı rahmetinden umut kesmez" umut, eminlik yolunun başıdır. Yola gitmiyorsan bari yol başını gözle. Eğrilikler yaptım deme, doğruluğu tut sen, hiçbir eğrilik kalmaz. Doğruluk, Musa'nın sopasına benzer, o eğriliklerse büyüler gibidir. Doğruluk geldi mi hepsini yer-gider. (Fi-hi Ma-fih 2.bölüm)
Bana öncekilerden söz et dedi.
Öncekilerden anlatmaya başladım. Unutulmayanlardan. Bedenlerini gönderdiğimiz ama ruhlarını sakladığımız insanlardan. Aklıma gelen ve getirilenlerden. Kayıplardan, göçlerden, mahrumiyetlerden.
Vazgeçmeyişlerden. İsimler bir bir geçince sırayla. Çocuk oldu. Gülümsedi. Çocukluğundaki demiryolunun üstünde geçit töreni yapan vagonları seyrettiği penceresini anlatmaya başladı. Annesi saksılar koyardı. Nedenini bilmezdi. Ama güzel kokardı çiçekleri. Çiçekler daha büyüktü o zaman vagonlardan dedi. İnsanlardan da. Uyur kalırmış pencerenin önünde. Babasını beklerken. Ta ki babası gelmez oluncaya kadar.
Yine buğulandı gözleri. Hiç gelmedi ondan sonra dedi.
Uzun sürdü sessizlik bu kez.
Başı önde. Kim bilir nereleri dolaşıp geldi. Kaldırdı sonra yavaşça.
Tahammül dedi.
Tahammül dedim.
Peki ya hatalar?
Bizden öncekiler kaza geldi mi akıl kör olur diyorlar dedim.
Odunsuz bir sobanın
yanında titreyen
çocuğu görse yağmur
gözyaşlarını odaya
tavan arasındaki delikten
usulca bırakır (Sunay Akın)