İslâm Allah’ın emirlerine tam teslimiyet ve itaattir. Bu yüzden lafzi olarak iman ve İslâm arasında fark vardır. Çünkü dilde iman tasdikten, İslâm ise teslimiyetten ibarettir. Tasdikin özel bir mahalli vardır o da kalbdir. Teslimiyet belli bir mahal ile sınırlı değildir; kalbi, dili ve vücut azalarının tümünü kapsar. İslâm, lafzi anlam bakımından imandan daha geniştir. Şu âyet bu gerçeği en güzel bir şekilde ispatlar: “Bedevîler “inandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama “boyun eğdik” (eslemnâ) deyin. Henüz iman (sizin) kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat 49/14). Bu âyette, lafzî bakımdan iman ve İslam birbirinden ayrı görülmüştür. Buradan yola çıkarak bazı kimselere sen mü’min değilsin ama Müslümansın, diyebilir miyiz? Eğer birisi evet derse, pekiyi, bunu neye göre söylüyorsun, o kimsenin kalbini okuma gücüne mi sahipsin? denilir. Bir defa bu âyet bizim açımızdan “olağan dışı” bir konum arz etmektedir. Çünkü bu âyetin iniş sebebi özeldir.
İman, kalbe ait bir meseledir. O’na nüfuz etmek, ancak Allah’ın özel bir bilgilendirmesine bağlıdır. Bu da Yüce Allah’la peygamber arasında özel bir bilgilendirilme ile anlaşılabilir. Nitekim “sizin bilmediğiniz şeyleri ben biliyorum” (Bakara 2/151) diyen Hz. Peygamber (a.s) bu konuda özel olarak bilgilendirilmiştir. İşin bize bakan cephesiyle söylemek gerekirse, “Müslümanlığını” dile getiren bir insana sen “mümin” değilsin deme hakkımız yoktur. Kaldı ki Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyeti, imanın kalbî tasdik olduğuna bir kanıt olarak getirmişlerdir. İlâhi hukuka göre, müslüman olmayan bir müminin, yahut mümin olmayan bir müslümanın olması imkânsızdır. İman ve İslam isimlerinin birbirleriyle olan ilişkisi, tabiri caizse insanın sırt ve karnı ya da et ve tırnak gibidir. Nasıl ki, sırt ve karın, et ve tırnak birbirlerinden ayrılmazlarsa iman ve İslam da birbirlerinden ayrılmazlar. Zaten “din” sözcüğü bütün ilâhi yasalarla birlikte hem imanı ve hem de İslâm’ı içine alır. (Bkz. Ebu’l-Munteha, Şerhu Fıkhı’l-Ekber, İstanbul, 1984, ss.22-23). Kur’an’da, İslâm’ın; Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Cibril Hadîsi”nde ise “İslâm, iman ve ihsan”ın din olarak isimlendirilmesi bunun en açık örneğidir. İhtilâf manada değil, lâfızdadır. İlâhi hukûkun anladığı manada “iman etmiş” olan, zımnen ilâhi emirlere teslim olmuştur. Bu tarzda, iman ile İslâm özdeşleştirilir.
Sonuç olarak, Hucurât Suresi’nin 14. Âyetinde geçen “İman etmediniz”, “Müslüman olduk” deyiniz tabirleri, Hz. Peygamber (a.s)’a Cenab-ı Hak tarafından özel bir bilgi ile bildirilmiştir. Bu durum onların, yürekten onaylamaya bağlı bir şekilde iman etmediklerini, ya kılıç korkusundan ya da bir menfaatten dolayı Müslüman olduk dediklerini göstermektedir. Buna İslam inancında “İstislâm” denilir. Böyle bir durumda, kalbî bir inanış yokken İslâm hiçbir şekilde iman ile özdeş değildir. Hucurât Sûresi 14. âyette bazı bedevîlere atfen kullanılan “eslemnâ” (teslim olduk) kavramı, bu manada alınmalıdır. Bunu da biz bilemeyeceğimize göre bize düşen görev, iman ve islam kavramlarının lafzi olarak farklı ama mahiyet olarak aynı olduğunu bilmemizdir. Her mü’min Müslümandır, her Müslümanım diyen de mü’mindir. Zaten birçok âyette de iman ve İslam arasında ayrım yapılamayacağı beyan edilmiştir. ( Bkz. 51/Zâriyat 35-36; 10/Yunus 84).