NAKÎBU’L-EŞRAF KURUMU
Bilindiği gibi Hz. Peygamber vefatından sonra, arkasında yaşayan bir oğul bırakmadı. Erkek çocukları küçük yaşta vefat ettiler. Bu sebeple müşrikler Hz. Peygambere, soyu kesik anlamında ‘ebter’ dediler. Bunun üzerine Kur’an’da; “doğrusu adı sanı ortadan kalkacak olan, sana kin tutan kimsedir” buyrulmak suretiyle O’nun soyunun devam edeceği, aksine müşriklerin biteceği ifade edilmiştir.( el-Kevser 108/1-3).
İslam tarihi boyunca Sünni’si, Alevi’si, Şii’si, Caferi’si vb. bütün çeşitleriyle Müslümanlar, Hz. Ali ve evlâdını ehl-i beyt kavramı içerisinde değerlendirmiş ve büyük saygı beslemiştir. Bu noktada bütün Müslümanlar nezdinde ehl-i beyt muhabbeti dillere destandır. Özellikle Sünni İslam yorumunda, Şia ve diğer fırkaların aksine, sahabeyi tekfir etmek değil, hepsini, aralarında hiçbir ayrım yapmadan hayırla anmak vardır. Çünkü onlar, Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimselerdir.
Erkek evladı olmadığına göre Hz. Peygamber’in soyu, kızı Fâtıma’nın oğulları Hasan ve Hüseyin vasıtasıyla devam etmiştir. Bu iki isimden gelen soya, değişik İslam topraklarında farklı isimler verilmiştir. Ancak miladi XII. yüzyıldan itibaren Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere “şerîf”, Hz. Hüseyin’in soyundan olanlara da “seyyid” denildiği bilinmektedir. Özellikle Osmanlı toplumunda ‘seyyid ve şerif’lerden oluşan bu gruba “sâdât-ı kirâm hazeratı” adı verilir. Osmanlı yönetimi, Hz. Peygamber neslinin devamı olarak bilinen ve bu sebeple de halktan oldukça büyük saygı/itibar gören “sâdât-ı kirâm”a başkan olarak en muvafık gördüğü kimseleri “nakîbü’l-eşraf” (Ali evlâdı müfettişi) olarak tayin etmiştir.
Nakîbü’l-Eşraf kurumu, peygamber soyundan gelenlerin işlerine bakar, neseplerini, doğum ve ölümlerini kaydeder; onları kötü durumdan korur; fey’ ve ganimetten paylarını dağıtır, kadınların kendilerine uygun olmayanlarla evlenmemelerini sağlar ve sahte seyyidlik (müteseyyidler) olaylarını takip ederdi.
Öteden beri İslam toplumlarında seyyid ve şerif oldukları kanıtlanmış ve nakîbü’l-eşrâf defterlerine isimleri geçmiş kimseler büyük itibar görmüşlerdir. Bulundukları toplumda yüksek itibar ve kabul gören bu zümre, meşruiyetini doğrudan “evlâd-ı resûl” soyundan almışlardır. Bu sebeple de onlara halk katında birçok kerametler ve doğa-üstü üstünlükler atfedilmiştir. Hatta halk arasında yaygın olan “hakiki seyyidin üstüne sinek konmaz”, “seyyidler evliyâ kılıcı gibidir, üstüne basmadıkça kesmez” gibi sözler, onların toplumsal statülerinin yüksek olduğunun belirtmektedir.
Anadolu Alevîliğinde dini bir otorite olan dedelerin seyyidlikle bağlantılı hale getirilmesi, tamamen Şah İsmail’in üstün teşkilatçılık yeteneğinin bir parçasıdır. Şah İsmail, Şamanist nitelikli dinî liderliği Ehl-i Beyt’e bağlamış ve başta kendisi olmak üzere, dedelerin, Hz. Ali’nin soyundan geldiklerine dair icâzetnâmeler düzenlemiş ve dağıtmıştır. Safevîler, daha önce siyasal yararlar sağlamak üzere kullandıkları seyyidlik konusunu Anadolu’daki Alevîler üzerinde nüfuzlarını sağlamlaştırmak ve sürekli kılmak için de kullanmışlardır. Anadolu’ya XV. yüzyıl sonlarından itibaren Safevi propagandası ile birlikte giren Hz. Ali kültü, On iki İmam kültü ve Kerbela Matemi gibi kültler soy konusunun önplâna çıkmasını sağlayıcı çok önemli bir rol oynamıştır. Hacı Bektaş-ı Veli gibi tarikat şeyhleri için düzenlenen irşat şecereleri, halk katında zamanla soy şecereleri haline dönüştürülmüştür.
Acaba günümüzde Alevilik sorunu ‘nakîbu’l-eşraf” kurumu bağlamında çözülemez mi? Biraz da akl-ı evvellerimiz bu konu üzerinde düşünürlerse daha yararlı olur, sanırım.