Öncelikle belirtelim ki kuruluş felsefesi bağlamında baktığımızda, 95. Yılı kutlanan Türkiye Cumhuriyeti, demokratik bir içerikten yoksundur. Kurulduğu 1923’den Demokrat partinin iktidara geldiği 1950 yılına kadar, tek parti yönetiminde CHP tarafından yönetilmiştir. CHP’nin felsefesini oluşturan “altı ok”un arasında demokrasinin olmaması ilk cümlemizin en basit ispatıdır. Yani Türkiye Cumhuriyetinin dününde demokrasiye dair bir müktesebat yoktur.
1950 yılından sonra yapılan ilk seçimde CHP iktidarı kaybetmiş ve kuruluş felsefesi devreye girerek 1960 yılı ile birlikte darbeler süreci başlamıştır. Bu sürecin ilk mağduru olan Adnan Menderes, CHP’yi 27 yıl sonra iktidardan indirmenin bedelini canı ile ödemiştir.
“Ya bize itaat ederler ya bize benzemeye çalışırlar” anlayışının sahibi elit Cumhuriyetçilere göre Türkiye’de eğer demokrasi olacaksa bunun laiklikle bir ilişkisinin olması lazım. O kadar ki, laikliği zayıflatan bir demokrasi olamayacağı gibi, ikisinden birini tercih durumunda kalırsak demokrasiyi laiklik adına feda etmekten de zerrece taviz verilmemelidir. Herkesi kendisi gibi düşünmek ve yaşamak zorunda gören bu elit cumhuriyetçiler, laiklik olmadan kalkınmanın da olamayacağını iddia ederek toplumu dinle çatıştıran kimi inanç ve ritüelleri bazen araya sıkıştırarak ama çoğu zaman da dayatarak herkesi tek tipleştirmeye çalışmışlardır.
“Altı ok”lu CHP, 1950 seçiminde kaybetmiş olmasına rağmen hem CHP’nin hem de Cumhuriyetin kuruluş felsefesini oluşturan “altı ok”u iktidarda tutmayı bir şekilde becermiştir. Öyle ki laiklik, doğum yeri Fransa’da ya da diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Kilise ile devlet işlerini birbirinden ayıran değil, dini devletten kovan bir içerik olarak işletilmiştir. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması adı altında, birey ile dinin, toplum ile dinin, dahası hayat ile dinin bağını kopartmışlar ve kişiyi kendisiyle ve inancıyla çatıştıracak ne kadar ritüel varsa, laiklik adı altında dayatmışlardır.
Bugünlerde tartışılan andımızdan tutun da kamu görevlilerinin ve öğrencilerin katılmak zorunda olduğu birçok tören bu dayatmanın günümüze uzanan bir tezahürüdür. İradeyi yok sayan, inancı tahakküm altına alan, kişiyi kendisiyle çatıştıran ve kişiliksizleştiren bu ritüeller, ne Cumhuriyeti ne de bu cumhuriyetin sahibi olduğu iddiasındaki elit cumhuriyetçileri topluma sevdirmiyor. Bilakis toplumun 1950’deki serbest seçimler sonrası mütemadiyen bir arayış içinde olması ve “altı ok”lu CHP’yi iktidara hasret bırakması, bunun en anlamlı delilidir. Ne CHP ne de elit cumhuriyetçiler, laiklik üzerinden toplumun inançlarıyla yaptıkları bu kavgayı bırakmayacaklar. Görünen o ki toplumda, tüm ihtimallere rağmen onları cezalandırmaya devam edecektir.
Herkesin din seçme ve seçtiği dine göre yaşama hürriyeti tam 14 asır önce İslam peygamberi Muhammed (as) tarafından bir vahiy olarak insanlara bildirilmiştir. Modern ulus devletlerinin bir krizi olarak tezahür eden ve bireyin yaşamına tüm zamanlarıyla birlikte müdahale eden laiklik, sonuç olarak esir almak istediği bireyle devleti karşı karşıya getirmiştir. Bu karşı karşıya geliş laikliğin uygulama formu böyle devam ettiği sürece devam edecektir.
Anlamamız gereken şey, birey kamuda bir iş sürecine başladığında yaptığı akit, ideolojik değil görev tanımlaması üzerinedir. Ebeveynler de, sadece eğitim ve öğretim için çocuklarını okullara göndermektedir. İrade dışı ideoloji dayatmak, o bireyin hakkına tecavüz etmek olduğu kadar, devlet eliyle zorbalık yapmak demektir. “Altı ok”lu CHP’nin müstetir iktidarına su taşımak için bunca insanı inançlarıyla çatışmalı hale getirmek, ne adına? Ne için? Sorusunun cevabını da vermeyi gerektirir.