Hafta sonu üç gün süren bir etkinliğe katılmak üzere Almanya'nın Bonn kentindeydim. Avrupa Caritas tarafından organize edilen etkinliğin konusu "Göç ve Kalkınma"ydı. Ben etkinliğin ikinci gününde, "Göçün Kültürel Etkileri" başlıklı çalışma grubunda bir göçmen olarak yaşadığım anıları yansıtan kısa bir sunum yaptım. Etkinliğin içeriği son derece önemli olmasına karşın, daha ziyade, etkinliğin yapıldığı "Katolik Sosyal Enstitüsü"nden bahsedeceğim. Yağmurlu bir havada, sabahın erken saatlerinde Amsterdam'dan Cuma ve Yalçın beylerle birlikte Almanya yoluna koyulduk. Türk fırınından aldığımız simitler her ne kadar Ankara Hacı Bayram'daki simitleri tutmasa da, keyifle arabada kahvaltımızı yaptık. Shell benzin istasyonunda kahvelerimizi de aldıktan sonra zaten Almanya sınırına varmış olduk. Hollanda'da sürat hızının yüzyirmiyi geçmemesinden dolayı hızlı gidemeyen araçlar, Alman otobanlarında jet gibi gidiyorlar maşallah. Köln'e kadar yollarda her hangi bir sıkışmayla karşılaşmadık. Bonn'a doğru yoldaki tamirat bizi neredeyse kırkbeş dakika oyaladı. Bilgisayardan çıktısını aldığımız yol haritasını takip ederek Bad Honaf'a vardığımızda, otobanın sol tarafında gördümüz üzüm bağları ve dağların içinde eskiden devlet misafirlerinin kaldığı haşmetli bina bizi âdetâ şaşkına çevirdi. Merak içinde çevreye bakarken, sol tarafımızda yani otobanın aşağısında bir minare görür gibi olduk. Elbette heyecanlandık. Ama esas heyecanlanma, esas büyülenme birazdan olacaktı. Fazla zorlanmadan elimizdeki adrese vardığımızda, karşımızda "Katolik Sosyal Enstitüsü" vardı. Enstitü'den içeri girdiğimizde bizi etkinliğin görevlileri karşıladılar. Katılım formlarının doldurulması ve yaka kartlarımızın verilmesinden sonra etkinliğin nerede ve hangi salonda yapıldığını öğrendik. Görevliye teşekkür ettik ve etkinliğin yapıldığı salona doğru yürüdük. Enstitü üç dört katlı ve geniş bir alana oturmuş, içinde yok yok olan bir kurum. Bu çok yönlü kurum karşısında zaten, on dakika sonra öğle yemeği arası verilecek olan etkinlik salonunu filan unuttuk. Üçümüzde birbrimize bakıyor ve konuşamıyoruz. Ancak gözlerimizden anlaşılan o ki, aman Allah'ım nedir bu binanın muhteşemliği diyoruz, birbirimize. Kurumu gezmeye tuvaletlerden başlıyoruz. Misafir odaları, geniş yatakları sanki beş yıldızlı bir otel görünümü. Her katta bir kütüphane. Koridor duvarları ise, Afrikalı insanların büyükçe portrelerinin asılı olduğu resimlerle dolu. Büyük ve küçük ölçekli toplantı salonları, ders salonları son derece modern döşenmiş alet ve eşyalarla bizi büyülemeye devam ediyor. Kurumun en alt katında bir sauna, spor salonu ve yüzme havuzu mevcut. Özellikle bakıyoruz her girdiğimiz odaya ve salona, zerre kadar toz yok. Sigara izmaridi hiç yok. Her yer pırıl pırıl. Nereden baksan üç yüz kişilik bir yemekhanesi insanı etkiliyor. Her katta yüz kişinin oturabileceği balkonlar ve balkonlardan görünen yemyeşil dağlar... Sigara içenlere özel bölümler... En küçük toplantı salonunda bile sandalye sayısına göre mikrofon ve odanın en arkasında iki kişinin oturabileceği simultane tercüme tesisatı bulunuyor. Fotokopi, bilgisayar vs. hizmetlerini bilmem saymaya gerek var mı? Görevlilerin sıcak ilgileri, garsonların hizmetlerini de saymayacağım. Kurumun neler yaptığını hangi etkinlikler sergilediğini de burada yazmayacağım... Peki ne var bütün bunlarda. Sıradan her kurumda olması gerekenler diyebilirsiniz. Ancak, bu kadar abarta abarta anlatmaya ne gerek var diyemezsiniz işte. Neden mi? Çünkü böyle bir kurumda insan üretir. İnsan yaratıcı olur. İnsan düşünür. İnsan kendine gelir. İnsan etkilenir. İnsan'da mevcut, ancak çoğu zaman kullanılmayan özellikleri ortaya çıkar. Ben bile, günlük hayattta İngilizce'yi pek kullanmayan birisi olarak, yaptığım İngilizce konuşmanın Almanca'ya anında tercüme edilmesi karşısında oldukca etkilendim. Yaşam sevincim, ümitlerim, heyecanlarım kabardı. Tartışmalara katılma cesareti buldum kendimde. Globalleşme ve Avrupa'da aşırı bireyselliğin sonuçları ve Efendimizin "komşusu aç iken, tok gezen bizden değildir" ifedesini kullandım. Hz. Ömer'in adeletinden hareketle, Avrupa'da kaybedilen bireysel ve sosyal sorumluluğun yeniden inşasının gerektiğini söyledim... Kurumdan ayrıldık. Uzun bir süre bu kurumun bizi nasıl etkilediğini aramızda tartışdık. Yolumuz üzerinde, Duisburg'da yeni hizmete giren ve Avrupa'da ilk tescilli Avrupalı Türklerin televizyon kanalına "Kanal Avrupa" uğradık. Orada da bu konuyu tartıştık dostlarla. Biz anlatmaya başlayınca dostum Ahmet Baydaroğlu, hemen söze karıştı ve 'insanın katolik olası geliyor bu manzara karşısında' deyiverdi. Çok doğru dedim. Samimiyetimle söyleyebilirim ki, inanmayan bir insan böyle bir kurumun içinde "Katolik" olmaya meyleder... Gelelim meselenin püf noktasına. Neden bizde böyle kurumlar yok? Meselâ neden Bolu'da, Abant Göl'ü kenarında iki beşyıldızlı hotelin yanında yine beşyıldız kalitesinde böyle bir "Sosyal Enstitü"müz yok? Veya ülkemizin bir başka güzel yerinde, ormanların içinde pırıl pırıl, tertemiz, çok amaçlı bir Sosyal Enstitümüz yok? Mesele beşyıldızlı otellerde program yapmak değil. Mesele beşyıldızlı Enstitülerde hem konferans yapmak hem yılın oniki ayı boyunca üretmektir. Uygulanabilecek politikalar ve stratejiler geliştirmektir. Mesela, bugün Diyanet'in başında olanlar, hatta Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı hocamız Prof. Dr. Mehmet S. Aydın ve onlarca uluslararası isim, Avrupa'da veya Amerika'da hiç böyle bir kurumda konuşma yapmadılar mı? Her hangi bir etkinliğe davet edilmediler mi? Elbette edildiler. Gittiler, gördüler, incelediler belki de etkilendiler. İhtimaldir ki bizi etkileyen bu Enstitüden daha görkemlisini de gördüler... Ancak insan sormadan edemiyor. Neden Diyanet'in Türkiye'de veya Türkiye dışında böyle bir Enstitüsü yok? Neden hâlâ Türkiye'de veya Türklerin yoğun oldukları ülkelerde benzer bir girişim yok? Milyon euroları verip muhteşem camiler açan bu millet neden milyon euroları verip böyle muhteşem ve çok amaçlı, hem bizimkileri hem başkalarını büyüleyecek, Enstitüler kuramıyorlar? Ya da bu düşüncede olanlara ve yönelenlere sahip çıkmıyorlar?