Newton'un Çarkı'nı pek çoğumuz bilir, fakat bu çarkın bir devlet teorisine uyarlanabileceğim pek düşünmezdik. Ama ben bu birbirinden farklı mekanizmalar gibi görünen, ancak aralarında işlev olarak büyük benzerlikler taşıyan mekanizmaları, bir devlet teorisi çerçevesinde oturtmakta pek zorlanmadım. Bu yazıyı da "çark-dev-let" arasındaki bağlantı ve çözümlemeye binaen yeni bir devlet teorisine ışık tutacak ümidiyle kaleme almayı düşündüm.
"Newton'un Çarkı" malumunuz, birçok renklerden oluşan bir düzenektir. Bu çark görevini, işlevini icra etmeye başladı mı yani muntazam dönme seyrine girdi mi, sabit iken rengarenk olan çark, tek renk halini alır. Bu dönme sürecinde gördüğümüz sadece beyaz bir çizgidir. Bu süreç, tek renklilik, ne zaman miadını doldurur: Zamanla çarkı harekete geçiren elemanlar bozulmaya, vidalar gevşemeye yüz tutumu, çarkın renkleri tekrar belirir, kendini hissettirir. Çark muntazam dairesel hareketlerini kaybeder, zig-zaglar çizer, yalpalamaya başlar. Çarkın ömrü kısalmış, hurdalıkla yüzüyüze gelmiştir.
Evet, devletler de aynen çark gibidir. Bünyesinde birçok renk barındırır. Gruplar, sınıflar, alt kültürler, karşı kültürler vs.., tabii bütün bu renkler bir devletin gücü oranında kendi öz varlıklarım ortaya koyarlar. Ve devlet ne kadar güçlü olursa bu renkler daha sağlıklı bir şekilde yanyana varlıklarını sürdürürler. Bunun en güzel örneğini kendi tarihimizde, XV. yy ile XIII. yy. arasında bir dünya devleti olan Osmanlı'da, çok rahat bir şekilde görebiliriz. Osmanlı Devleti birçok alt kültürü, Rum, Ermeni, Arnavut, Arap, Boşnak, Bulgar gibi milletleri, Ortodoks, Katolik, Yahudi ve İslam dinine mensup kitleleri bir "Pax Otto-mana" da (Osmanlı Barışı), kimliklerine karışmadan bir arada yaşatmış ve tek bir renkte "Osmanlılık!" da birleştirmiştir. Bunu nasıl başarmıştır? Her-şeyden önce bir devlette olması gereken en önemli vasfı, yani "adaleti" sağlamıştır. Güvenliği (sosyal, ekono mik, askeri) sağlamıştır. Kısacası Ni-zam-ı Alemi gerçekleştirme kararlılığında olmuştur. Tabii böyle bir devlette bu alt kültürlerin ayrılıkçı talebi olmaz olmamıştır; ne zaman ki "Dev-let-i ebed müddet" diye yaddettiğimiz Osmanlı, zaafıyet göstermeğe başlamış, o zaman renkler belirginleşmeye ve çözülmeye yüz tutmuştur. Çünkü güçlü devletler ancak adaleti gerçekleştirmeye muktedirler. Bugün gerek sivil toplum söylemi, gerekse çoğulcu toplum söyleminin altında yatan gerçekte de budur. Tarihsel sürece baktığımızda "Sivil toplum" tartışmaları Avrupada 19. yy. başlarında ortaya çıkmış ve son çeyreğinde siyaset teorisinin ilgi alanının dışına itilmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi; güçlü milli devletlerin toplumdaki "sivil toplum" argümanlarından olan alt kimliklerin egemen guruplar tarafından temsil etmesidir. Bu nedenledir ki Fransız ihtilali sonrası yaşanan ve milli devletin "gençlik sivilcesi" olarak ortaya çıkan "sivil toplum" söylemi, milli devletlerin tam olarak tesis edilmesiyle birlikte 19. yy sonlarında tartışma sahnesinden silindi. Ancak ne zaman ki milli devletleri aşan ve siyaset gündemimizde yeni dünya düzeni yutturmacası olarak dayatılan "globalleşme" ve her bir devletin diğer devletlerle ekonomik ve nihayetinde siyasi birliğe kadar gidecek olan; ancak bu birlikte hasat (egemen), motorize devletlerini, örneğin Avrupa Birliği'nde Almanya'nın, NAFTA'da ABD'nin, Pasifik Birliğinde Japonya'nın dümen suyuna göre yön alan sivil toplum söylemi de yeniden gündeme geldi. Tabii "sivil toplum" tartışmaları da en çok bu birliklerde pazarlık gücü en az olan devletlerin entelektüel çevrelerinde yapılmaktadır. Çünkü bu devletlerin uluslararası camiadaki etkinliklerinin giderek azalması ile birlikte devletin kendi içindeki etnik, dini renklerin de bu durumdan güç alarak, kendi kimliklerine egemen kimlik ve egemen renk olarak dayatmalarına sebebiyet vermektedir. Çünkü, artık milli devletin üstünde konseyler, topluluklar, birlikler yer almakta ve bu devletler karar mekanizmasında etkinlik, pazarlık gücünü elinden tutan devletlerdir. Bunlar pazarlık gücü olmayan devletlerin alt kültürlerini sürekli olarak gündemde tutarak ve gerektiğinde; kaçınılacak, kanatılacak "çıban olarak gündeme getirerek, sivil toplum söyleminin "emperyalizmin yeni keşif kolu" olduğu kanısını teyit eden bir görünüm kazanmaktadırlar.
Modern dünya emperyalizmi, artık eski usullerini terk etmiş ve kaba kuvvetten, hileye geçiştir ve yeni silahlarını piyasaya sürmüştür. Bu silahlar her şeyden önce, insan hakları, özgürlük, kardeşlik gibi evrensel ve ulvi değerlerin maskesi arkasına saklanarak sosyal ve siyasi alana, çoğulculuk, sivil toplum, enformatik toplum gibi söylemleri kullanarak yeni bir hegomanya oluşturmuştur. Hegamonya alanında kendine ittifak olarak etnik ve dinsel kimlikleri seçmiştir. Tabii ki bunu da modern dünyanın son gözdesi olan medya sayesinde daha da geniş çevrelere yayma ve nüfuz etme olanağını da elde etmek suretiyle uygulama sahasına koymuştur. Bunun sonucunda ne olmuştur? Her şeyden önce, her renkte diğer renklerle olmanın dışında, değerlerinden üstün olma, hatta diğer renklere bunu dayatma gibi çok tehlikeli bir megalomanlığa dönüşmüştür. Tabii bir devlet için en tehlikeli durum alt kültürlerin her birinin megaloman bir tavırla siyaset gündemine gelmesidir. Yani, çarkın dişlilerinin birbirini yediği, birbirlerini öğüttüğü bir durumun sonunda bütün dişliler kırılır ve çark işlevini yitirerek, hazin bir sona uğrar. Artık ortada çarkın, ne ayrı ayrı renklerinden, ne de çarkın kendisinden söz edebiliriz.
Çarkın sürekli beyaz bir çizgi halini alabilmesi yani muntazam işlemesi için, her rengin, her kültürün, egemen bir kültür çatısı altında birleşmesi kaçınılmazdır. Bu kültür muhakkak ki Türk kültürüdür. Bu zarureti geç kalmadan idrak etmek ve tüm unsurların bu yönde irade de bulunması ile, çark yalpalamadan, zigzag çizmeden görevini ifa edecek ve beyaz çizgiye yani güçlü bir devlet ve millete ulaşılacaktır.