Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Kimya Bölümü’nde göreve başlamadan önceki kariyerinde Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nda uzun yıllar radyoloji uzmanlığı yapan Prof. Dr. İbrahim Uslu’yla son dönemlerde hem dünyanın hem de Türkiye’nin gündemini ziyadesiyle meşgul eden “Türkiye’nin enerji krizi, nükleer enerji, enerji türleri arasındaki maliyet farkları, nükleer santrallerin çevreye etkileri” konusunda söyleştik. Nükleer enerji konusunda bilen bilmeyen hemen herkesi söz sahibi olmaya çalıştığını belirten Prof. Dr. Uslu, siyasilerin konuşmalarının ‘siyasi’ kaldığını ifade etti. Türkiye’nin cesur, geleceği öngören siyasi liderlere ihtiyaç duyduğunu, hepimizin geleceğini ilgilendiren stratejik kararların ancak böyle alınabileceğini vurguladı. Söyleşimizde Prof. Dr. Uslu son derece açık bir üslupla nükleer enerji hakkında kamuoyunun bilmesi gerekenleri aktardı. Verdiği bilgilerin bir kısmının ise yazılmamasını bilhassa rica ettiği için söyleşimizde aktarmayacağız.
Murat GÜZEL
Hocam, son aylarda “nükleer enerji” meselesi İran’ın “uranyum zenginleştirme” çabaları içinde olması sebebiyle dünyada, ülkemizin enerji krizini ve enerjide dışa bağımlılığı gidermek amacıyla nükleer reaktör kurma çabaları içinde olması yüzünden de Türkiye’de gündemin önemli maddelerinden birine dönüştü. Öte yandan Türkiye’de nükleer enerjiye karşıt bir lobi de var. Siz ise Türkiye’nin “Nükleer enerji” alanındaki tek yetkili kurumu olan TAEK’te uzun yıllar görev yapmış bir uzmansınız. Nükleer enerji Türkiye için niçin önemli? Hem dünyada hem de Türkiye’de niçin bu kadar yoğun bir biçimde tartışılıyor? Bunu biraz açar mısınız?
Nükleer enerjinin tartışılmasının en önemli gerekçesi bence dünyadaki enerji krizidir. Dünya nüfusunun yüzde 20’sine sahip OECD ülkelerindeki enerji tüketimi toplam tüketimin yüzde 50’sinden fazla olmasına karşın, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 75’ine sahip gelişmekte olan ülkelerdeki talep yüzde 30 düzeyinde kalmaktadır. Bu durum, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin endüstrileşme yolunda hızla ilerleyebilmesi için daha fazla enerji üretme gereğini ortaya çıkarmaktadır.
Burada altı çizilmesi gereken husus dünyada üretilen enerjinin yaklaşık olarak yarısını tüketen OECD ülkelerinin enerji üretim teknolojilerine de sahip ülkeler olduğu gerçeğidir. Bir başka deyişle, gelişmekte olan ülkelerin çoğu, gelecekteki enerji üretimlerini OECD ülkelerinden satın alacakları teknolojiler ile sağlamak zorundadır.
Gelişmişlik düzeyinin kriterlerinden sayılan kişi başına düşen elektrik enerjisi tüketimine baktığımızda ise 1996 yılı değerleri 16413 kWsaat/kişi ile Kanada’nın başı çektiğini göstermektedir. OECD ortalaması 7501 kWsaat/kişi düzeyindedir ve yaklaşık bin kWsaat/kişi tüketime sahip Türkiye’nin kişi başına düşen tüketiminin beş mislinden fazladır. Kalkınmanın göstergesi sayılan kişi başına düşen elektrik enerjisi üretimini, dünya ortalamasına (2 bin W/kişi) yaklaştıramadığımız sürece ülkemizin kalkınmış ülkeler sınıfına dahil olduğunu söylemek çok güçtür.
Ülkemizin gelişmiş ülkeler düzeyine gelebilmesi için hem enerjide dışa bağımlılığı gidermesi hem de yenilenebilir ve ucuz enerji üretmesi gerekiyor. Bu noktada nükleer enerji önemli bir kalem. Bahsettiğiniz tartışmaların tamamı bu noktadan kaynaklanıyor. Burada önemli olan, Türkiye’nin kendi kalkınmasında ihtiyaç duyduğu enerjiyi nasıl ve nereden sağlayacağı, enerji maliyetlerini ne kadar düşürebileceği.
Bu maliyetler başka enerji türleriyle düşürülemez mi? Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığı alternatif ve yenilenebilir enerji kaynaklarıyla karşılanamaz mı? Sözgelimi nükleer enerji karşıtları alternatif enerji kaynaklarından olan rüzgar tribünlerini öneriyorlar.
Bu sorunuza cevap verebilmek için bu alternatif enerji kaynaklarının hali hazırda dünya ülkeleri tarafından nasıl kullanıldığına bakmak gerekir. Sözgelimi Batı Avrupa’da, çevre koruma ve enterkonnekte şebekeden uzaktaki küçük yerleşim bölgelerine elektrik sağlama amacıyla, küçük kapasiteli hidro, biyokütle (biyodizel, biyoetanol), rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına hızla artan bir yöneliş söz konusu. Ama halen yenilenebilir enerji kaynaklarının (özellikle rüzgar ve güneş enerjisi) en önemli iki sorunu vardır: Elektrik üretim maliyetinin yüksek ve verimliliklerinin düşük olmasıdır.
Zaten alternatif ve yenilenebilir enerji kaynaklarına Türkiye’de de bir yöneliş var. Yenilenebilir enerji kaynakları arasında rüzgar enerjisi çevre uyumluluğu nedeni ile son zamanlarda en çok rağbet gören enerji üretim teknolojisidir. Fakat buna rağmen, rüzgar enerjisi kullanımı çok geniş bir araziyi kullanım dışı bırakır. Çok büyük bir alana kuracağınız rüzgar tribünleriyle üreteceğiniz enerji ancak Konya ve civarını aydınlatabilir. Ve bu bölgede tarım yapmak da tribünlerden dolayı imkansızlaşacaktır. Bu sebeple de ülkemiz için kanaatimce rantabl değildir. Ama buna rağmen, ülkemizde de özellikle bölgesel elektrik kullanımında rüzgar enerjisinden gittikçe artan oranlarda yararlanmak da mümkündür.
Öte yandan Türkiye, klasik enerji kaynakları bakımından da zengin bir ülke değildir. Birincil enerji tüketiminin yerli üretimle karşılanma oranı, 1996 yılında ancak yüzde 39.5 olarak gerçekleşmişken bu rakamın 2000 yılında yüzde 34.2 ölçüldüğünü biliyoruz ve üstelik böyle giderse, 2010 yılında yüzde 27.6 ve 2020 yılında da yüzde 26.3 düzeyine düşmesi bekleniyor.
Elimde şu an Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın verileri var. Bu verilere göre, linyit ve hidrolik potansiyelimizin tamamı kullanılsa yaklaşık olarak 250 bin GWsaat düzeyinde elektrik enerjisi üretimi mümkün görülmekte. Bu değer, elektrik enerjisi kapasite gelişimi tahminlerine göre, 2010 ve 2020 yıllarında üretilmesi gereken yaklaşık 347 bin GWsaat ve 624 bin GWsaat düzeyindeki elektrik enerjisi miktarının altında kalmakta. Geriye kalan miktarın bir kısmının 2020 yılına kadar gerçekleştirilecek nükleer santral projeleri ile sağlanması ülkemizin diğer ülkelere, özellikle doğal gaz üreticisi ülkelere, olan bağımlılığını böylece önemli ölçüde azaltabilecek. Ayrıca, Türkiye’de bulunan linyit yataklarının kalorifik değerinin genelde düşük olması nedeniyle meydana gelen çevre kirliliği ve sera gazı üretimi de uzun vadeli bir nükleer program ile azaltılabilecek.
Bunun yanında, biraz önce de belirttiğim gibi, rüzgar türbinleri ile elektrik enerjisi üretimi bölgesel nitelikli bile olsa, artırılabilir, kanaatimce artırılmalıdır da. Burada bu tür enerji kaynaklarının “alternatif”liğinin nükleer enerjiye değil, fosil yakıtlardan elde edilen enerjiye dönük olduğunu görmek gerekir.
Yani nükleer enerji ve reaktörler Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığını azaltacak bir seçenek olarak görülüyor anlattıklarınızdan çıkarabildiğim kadarıyla. Fakat, Greenpeace gibi çeşitli çevre örgütleri nükleer reaktörlerin insan ve çevre sağlığı bakımından tehlikeli olduğunu söylüyorlar. Bu konuda ne diyeceksiniz?
Bakın, İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin attığı nükleer bombalara 150 bin insanını kurban vermiş Japonya örneği var önümüzde. Önemli de bir deprem bölgesi Japon adaları. Eğer radyasyon vb. tehlikelerden korkması gereken bir ülke varsa bunun ilkin Japonya olması gerekmez mi? Japonya’nın halen işletmede olan 53 nükleer santrali var, 4 tane de yeni inşa ediyorlar. Nükleer enerjinin tehlikelerinden korkması gereken bir halk varsa bunlar Japonlar olmalı değil mi? Rakamlar ortada: Nükleer enerjiyi en yoğun kullanan ülkelerden Japonya’da halen toplam 43 bin 691 MWe kurulu güce sahip 53 nükleer santral işletmededir ve nükleerin toplam enerji üretimindeki payı yüzde 36’dır. İnşa halinde, 4 bin 515 MWe kurulu güce karşılık gelen dört nükleer santral bulunmaktadır. Halen, Japonya’nın enerji üretimi ile tüketimi dengededir.
Bir de bizim termik santrallerimizin çevreye verdiği zararı düşünün. Çevre sağlığı açısından da nükleer santralin zararı Elbistan, Yatağan Termik Santralleri’nin çevreye verdiği zarar yanında yok denecek kadar az olacaktır. Hiç gördünüz mü bilmiyorum, ama fırsat bulursanız, Elbistan’a, Yatağan’a gidin görün. Termik santrallerin 30 kmlik çevrelerinde bitki yetişmiyor. Her taraf kül kaplı. Nükleer reaktörlerin böyle olumsuz kül, kükürt vb. emisyonlarına yol açmadığını söylememe gerek yok. Siz zaten gazete olarak konuyla ilgili haberlerinizde bunu belirtmiştiniz.
Benim sizin haberlerinize eklemek istediğim birkaç şey var ancak. Onlar da şu: Sosyoekonomik verimliliği artırırken aynı zamanda çevreyi kirletmeyen, tamamıyla risksiz, güvenli ve güvenilir olabilen hiçbir enerji kaynağı veya enerji dönüşüm teknolojisi mevcut değildir. Nükleerin kendine özgü avantaj ve dezavantajları tartışılabilir. Fosil yakıtların önemli boyutta kirliliğe neden olan yerel, bölgesel ve global etkileri vardır. Hidroelektrik santrallerin atmosfere dost olmasına karşın canlılara, toplum ve kültürel hayata negatif etkileri gözlenmektedir. Hasankeyf’in sular altında kalması, yalnız o yöre halkında değil hepimizde bir burukluk yaratacaktır. Yenilenebilir enerji kaynakları ise daha yerel olmakla beraber değişik şekillerde doğaya zarar verebilmektedir. Unutulmamalıdır ki, enerji üretimi sürecinde çevre ile etkileşme kaçınılmazdır. Önemli olan, enerji üretim seçeneklerini değerlendirirken bu etkileşmenin optimizasyonunu yapabilmektir. Bir enerji kaynağının sürdürülebilir kalkınma içerisinde yer alabilmesi için aşağıda verilen altı uyumluluk kriterini sağlaması esastır: Çevresel uyumluluk, kuşaklar arası uyumluluk, talepte uyumluluk, sosyopolitik uyumluluk, jeopolitik uyumluluk, ekonomik uyumluluk.
Bu kriterlere göre bir değerlendirme yapılırken unutulmaması gereken tüm kriterleri tamamıyla sağlayabilen bir alternatifin mevcut olmadığıdır, ancak esas olan bu kriterler arasında makul bir dengeyi sağlayabilmektir. Kapsamlı ve ayrıntılı bir analiz yapılmaksızın hiçbir enerji kaynağı hakkında olumlu veya olumsuz bir karar verilemez. Ülkemizdeki nükleer karşıtı çevrelerin tüm uluslararası kuruluşlarca benimsenmiş ve uygulanmakta olan bu kriterlerden haberleri dahi yok. Ben buna şaşıyorum doğrusu!
1985 yılında gerçekleşen Çernobil Nükleer Santrali’ndeki kazaya ne diyorsunuz peki?
Bakın, SSCB’nin Çernobil’de kullandığı teknoloji son derece eski bir teknolojiydi ve sistemin güvenliği hatalı olarak devre dışı bırakılmıştı. Bu tamamen SSCB yöneticilerinin bir hatasıydı. Beşeri kusurlardan kaynaklanan bu tür hataların sonucu milyonda bir gerçekleşen bir şey oldu Çernobil’de. Üstelik biz Çernobil Faciası’ndan, nükleer santrale sahip olmadığımız halde etkilenmedik diyebilir miyiz? Ermenistan’da bir nükleer santral var, üstelik eski SSCB teknolojisi. Bulgaristan’da 6 tane var bunlardan, yine eski SSCB teknolojisi. Türkiye’ye kurulması düşünülen santraller ise 4. kuşak diye nitelediğimiz daha yeni, daha güvenilir, daha ileri bir teknolojiye sahip. Bu açıdan fazla bir tehlike içerdiğini düşünmüyorum. Tehlike varsa bu zaten var olan bir tehlike yani. Türkiye’ye kurulacak santralin bu tehlikeye yenisini ekleyeceğini ileri sürmek yanlış.
Peki hocam, nükleer santral sizce Konya’ya kurulur mu? Kurulursa nereye kurulur? Siz, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın nükleer santral yerini belirlemek üzere etüd ettiği 7 bölgeyi inceleyen ekipte miydiniz?
Bu konuda fazla ayrıntıya girmem doğru olmaz. Ancak şu kadarını söyleyebilirim. Konya’ya nükleer santral kurulması Konya’nın hem teknoloji, hem bilim merkezi, hem enerji hem de nükleer tıp merkezi olmasını sağlar. Selçuk Üniversitesi’nde Nükleer Enerji Mühendisliği adlı bir bölüm bile açılabilir. Hem SÜ’nün hem bizim nükleer enerjiyle ilgili bilgi birikimimiz yenilenir, çoğalır. Bugün toplumumuzda bilgili bilgisiz hemen herkesin üzerinde cahilane bir biçimde konuştuğu nükleer enerjinin avantaj ve dezavantajları daha iyi görülür.
Elektrik enerjisi Konya’da üretileceği için Konya’nın stratejik önemi artar. Doğrusunu isterseniz bu yedi bölgenin ismi açıklanmadan önce Beyşehir’e yaptığım bir gezide gölü görmüş ve “İşte” demiştim, “Şu arazilere nükleer santral kurulabilir.” Tabii, nükleer santral nereye kurulacak? Buna karar verecek merciler siyasi mercilerdir. Biz sadece bilimsel açıdan bu kararın şekillenmesine yardımcı olabiliriz, o kadar.
Nükleer santralin kurulması bakımından su kenarları tercih kriterleri arasında. Bunun sebebi ne acaba?
Bütünüyle termodinamik bir hadise bu. Nükleer santralin en yüksek verimde çalışabilmesi için soğutmanın en iyi seviyede gerçekleşmesi gerekir. Bu işlem için su kullanılıyor. Tabii, deniz suyu tuzlu olduğu için korozyona daha açık bir halde. Tatlı su olması daha iyidir.ama illa su kenarına kuracaksınız diye bir şey de yok. Ürettiğiniz enerjiden bir kısmını soğutma işlemlerine aktarırsınız. Bu sadece ürettiğiniz enerjinin maliyetini biraz daha yukarı çeker. Yine de diğer enerji çeşitlerine nazaran maliyet düşük olur.
Akkuyu Nükleer Santrali yapımından rahmetli Özal’ın “yap-işlet-devret” modelinde ısrarı yüzünden vazgeçildiği söyleniyor. Bu doğru mu?
Toplumumuzun, yani sizin, benim, hepimizin geleceğini ilgilendiren konularda stratejik kararlar verebilecek siyasi liderlere ihtiyaç duyduğumuzu söylemekle yetineyim ben.
Son olarak, kurulacak nükleer santralin yakıtını kendimiz üretebilecek miyiz hocam? Yani uranyum zenginleştirmek için gerekli bilgi ve teknolojiye sahip olmamıza, dış ülkelerce izin verilecek mi?
Bakın, burada söyleyeceklerimin bir kısmını lütfen yazmayın. (Hocamızın isteğine uyuyor, ‘off the record’ kaydıyla verilen bilgileri yayınlamıyoruz.) Demagoji yapmaya gerek yok. Türkiye’de nükleer yakıt üretiminde kullanılacak hammadde olsa bile bu hammaddenin yakıt haline getirilme işlemlerini bize yaptırmazlar. Türkiye’de toryum ve uranyum zenginliğinin olduğunu söylemenin bu anlamda bize herhangi bir faydası yoktur. Bu siyaseten de halkı kandırmak ve demagoji olur. Zengin yataklarımız var doğru, peki ama bunu bize işletirler mi? Sorun bu. İşletirler dersek, tekrarlıyorum bu sadece demagoji olur. Bu demagojiye kanmamak gerekir.