Konya’nın meşhur ve meçhul yüzleri - 104
Nusret Argun
Hazırlayan: Uğur ÖZTEKE
Bugün, başta doğalgaz ve enerji sektörü olmak üzere sağlık, turizm, inşaat, perakende ve yayıncılık sektöründe Türkiye markası olan ve dünyanın dev markaları ile ortak projeler üreterek, şirketlerini dünyaya akredite ettiren, şehrimizin iş dünyasındaki başarısının yanı sıra, Konyaspor başta olmak üzere profesyonel ve amatör spora güç veren, lokomotiflik görevini üstlenen Nusret Argun’un doğumundan bugüne kadar yaşadığı yokluk ve yoksulluğu, kararlılık ve mücadele azmini, Konya basınında yine ilk kez böylesine içten ve derin şekilde kendi ağzından öğrenme fırsatını bulacaksınız.
O GÜN DERVİŞ ÇAVUŞUN OĞLU KAZIM’IN EVİNDE
DOĞUM HEYECANI ve MUTLULUĞU VARDIR
Konuğumuz Nusret Argun 10 Eylül 1958 günü Karapınar’a bağlı Gölören köyünde dünyaya gelir. Baba Kazım Argun; celepçilik ve çiftçilik yaparak ailesinin geçimini temin etmeye çalışırken, anne Ayşe Hanım tam tipik bir özverili Anadolu kadınıdır. Gündüz tarlada tapanda hayvanların yanında çalışırken, günün batması ile evinin kadını, kocasının biricik eşi, çocuklarının sevgi ve şefkat kaynağıdır. Baba, bölgede “Derviş Çavuşun Oğlu Kazım” olarak tanınırken, konuğumuzun dedelerinden birisi Yemen’de şehit düşer ve orada kalır, bir diğeri ise; Çanakkale’de savaşır.
AİLE 1960 YILINDA GÖLÖREN’DEN EREĞLİ’YE GÖÇ EDER
ENTARİ İLE GEZİYORDUK, DOĞRU DÜRÜST
ELBİSEMİZ YOKTU, KARA LASTİK AYAKKABI
GİYERDİK, İÇİNDE ÇORABIMIZ YOKTU
Konuğumuz Nusret Argun’a, çocukluk yılları dediğimiz zaman bir an duraklıyor, düşünüyor, iç çekiyor ve şimdiki çocuklarla kendi çocukluk yıllarını kıyaslayıp, o günler adına hüzünleniyor. Çünkü çok çok gerilere doğru gittiği zaman çizeceği tablonun siyahlığını görüyor. Çünkü bu yaşanmış acı, ızdırap, ter ve mücadele dolu yılların ilk noktası oluyor. Derin bir nefes aldıktan sonra başlıyor anlatmaya:
Gölören’de geçen çocukluk yıllarımı pek hatırlamıyorum. Ama, Ereğli’deki çocukluk yıllarını çok iyi bilmekteyim. Hatta dün gibi hatırlıyorum. O zaman çocuk da olsam yaşadığım yoksulluk yılları bugün bile her dakika gözümün önüne geliyor. Hayat felsefemde ve dünya görüşümde o günlerin izlerini görüyorum. Entari ile gezerdik, elbisemiz yoktu. Kara lastik ayakkabı giyerdik ama ayakkabının içine giyeceğimiz çorabımız yoktu. Bundan da hiç gocunmuyorduk, tek isteğimiz helalinden rızkımızı temin etmekti.
YUMURTA KARŞILIĞINDA TIRAŞ OLURDUK
Bizim zamanımızda öyle tıraş olurken saç modeli falan da yoktu, 3 numara tıraş olurduk hep. Onda da tıraşa para veremezdik, yumurta götürür tıraş olurduk. Ama o zamanlar köyde alış veriş hep böyle idi. Buğday verirdik, şeker alırdık. Yün verirdik, evin ihtiyacı olan sebzeyi alırdık. Köye çerçiciler gelirdi alış veriş yapardık. Tam takas ekonomisi yani. Piyasada para yok, olsa da bizde yok. Çerçici gelince tepesine üşüşürdük, şimdi kendimize ait modern alış veriş merkezimiz var, Allah’a binlerce defa hamd olsun.
YAZ AYLARINDA AİLEMLE KÖYE ÇALIŞMAYA GİDERDİK
Yaz aylarında annemle birlikte köye çiftçilik yapmaya giderdik. Hayvanlar, tarlalar bizim geçim kaynağımızdı çünkü. Babam daha çok o yıllarda ticaret yapıyordu. Şöyle ki, o zaman bizim bu bölgelerde olmayan bürgü, yapa, boncuk, incik gibi eşyaları Antep Kilis tarafından getiriyor, onlara karşılık da hayvan satıyordu.
TRAKTÖR DEVRİLDİ MAZOT VARİLİ
ANNEMİN ÜZERİNDEN GEÇTİ
Bizim yerimiz Gölören o zaman nahiye idi ve bağlı 10 köyü vardı. Mesela, Emirgazi o yıllarda oraya bağlı idi. Ama şimdi Emirgazi ilçe oldu. İşte bizde çocuk da olsak annemle tarlaya çalışmaya giderdik. Eskiden römorkların arkasında büyük varillerde mazotlar taşınırdı. Hiç unutamıyorum bir gün traktör devrildi. Annem o varillerin altında kaldı ama hayat yükünün altında hiç kalmadı, hep mücadele etti ve hep yükü sırtlandığı gibi kaldırmasını bildi. Bu azim ve çalışma isteği bize hayat boyu ilham kaynağı oldu.
ANNEM ÇOK ÇALIŞKAN BİR KADINDI
Annem çok çalışkan bir kadındı. Çalışmaktan elleri ayakları yara bere içinde kalırdı. Gece gündüz çalışırdı her türlü yük onun üzerinde idi. Uzun seneler böyle ağır ve tempolu çalışmasının ardından çalışmayı bırakınca hastalandı ve bypass ameliyatı oldu. “İşleyen demir ışıldar” misali, eski insanların sağlam olmasının en büyük nedeni çalışma ve buna bağlı hareket idi, çalışmadan kazanmak anlayışı eskiden yoktu. Bizim çalışkanlığımızın ve hala sabah namazı ile işe başlamamızın nedeni işte bu anlayıştır.
İLKOKULDA EZBERİM ÇOK İYİ İDİ OKULDA
ARKADAŞIMIN KAFASINI YARINCA BABAMIN
KORKUSU İLE KENDİMİ TUVALETE KİLİTLEDİM
İlkokula Ereğli’de gittim. Okulum Namık Kemal İlkokulu idi. Ama o yokluğumuza ve aileme bakma yükümlülüğüme rağmen çok başarılı bir öğrenci idim. Öğretmenim Ayşe Onar (Ballı) idi, yaşıyorsa Allah uzun ömürler versin, çok iyi bir insandı. Ezberim çok iyi idi. Mesela, daha okula gitmeden babam bana çarpım tablosunu bile öğretmişti. Çok hareketli bir öğrenci idim, yerimde duramazdım. 2. sınıfta idim herhalde, bir arkadaşımın kafasını yarmıştım. Babam kızacak diye de öyle korktum ki, hemen bahçedeki tuvalete girdim ve kapısını arkadan kilitleyerek üç dört saat orada saklandım. Eskiden öyle evlerin içinde alafrangayı bırak, alaturka tuvalet bile yoktu, evin elli metre dışında idi ve tahtadan da bir kapısı olurdu. Şimdi bizim yaptığımız evlerde en az üç tane tuvalet var, neredeyse herkese bir tuvalet düşüyor.
70 LİRA PARAMIZ OLMADIĞI İÇİN ANNEM BANA
DİKİLEN İZCİ ELBİSESİNİ OKUL MÜDÜRÜNE İADE ETTİ
Bir de yine hiç unutamadığım, benim için çok acı olan bir olayı yaşadım ilkokulda. Üçüncü sınıfta sınıfın en başarılı öğrencisiydim, okulda boyumuzun ölçüsü alınmış ve bize izci elbisesi diktirilmişti. Yani o zaman annemize babamıza sormadan elbise diktirmişlerdi. Önümüz bayramdı ve ben de izci olarak seçilmiştim. Hocam elbise parası olarak 70 lira istedi. Ben de eve gidince bunu anneme söyledim. Annem o gün benim elimden tuttuğu gibi, doğru okula götürdü ve müdürün odasına çıktı, müdüre “bizim bu elbiseye verecek paramız yok, elbiseyi geri alın’ dedi. Babam da anneme kızmıştı, “parasını verelim çocuk bayramda giysin” demişti ama annem babama da çıkışmış “altı çocuğumun hakkını bu elbiseye mi vereyim?” demişti ve izci elbisesini geri verdik. Bu olay beni çok derinden etkiledi ama annem de haklıydı, bütün sorun yokluktan kaynaklanmakta idi ve ne mutlu bana ki ben bunu o yaşlarda bile idrak edebiliyordum.
BU OLAYIN İKİNCİ GÜNÜ SİMİT SATMAYA BAŞLADIM
İşte bu olayın ikinci günü simit satmaya başladım. Gerçekten çok üzülmüştüm, o gün paramızın olmadığı çok ağırıma gitmişti. Sabah namazından önce kalkıyor, simit satmaya başlıyordum. Simitçi Şakir Usta’ydı. Şakir Usta bana satmam için kefilsiz kaporasız simit verdi. Sabah namazı öncesi camiye gidenlere ve camiden çıkanlara simit satıyor daha sonra da okul çıkışlarında yine simit satmaya durmadan devam ediyordum. Şimdi ne zaman sokakta bir simitçi görsem, hep o günlerim aklıma gelir.
EREĞLİSPOR-İSKENDERUN MAÇINDA SU SATTIM,
BİR GÜNDE 20 LİRA KAZANIVERDİM
Yine hiç unutamıyorum, bir gün Ereğli’de Ereğlispor-İskenderunspor maçı vardı. O maçta da su satmış ve bir günde tam 20 lira para kazanmıştım. Su satanları sahaya almıyorlardı ama ben çok küçüktüm ve çocuktum bir yolunu bulup maça girdim ve maçta su sattım. O günden sonra bütün mahallenin kadınları çocuklarına su sattırmaya başladılar, çünkü ben çok para kazanmıştım. “Sektöre herkesten önce giren kazanır, rekabet kızıştı mı başka sektöre gireceksin, herkesin yaptığını yapmayacaksın ki, farklı olasın” anlayışı o günlerin hatırasıdır bende.
OKULA YETİŞMEK İÇİN KABAĞI
DAHA AZ PARAYA SATINCA
Kendimize yetecek kadar, evin ihtiyaçlarını karşılasın diye ekip diktiğimiz, evimizin önünde bir bahçe vardı. Orada kendimiz için sebze ekerdik. O gün ne oldu bilmiyorum? Belki de yokluk zamanına, paranın olmadığı bir güne gelmişti. Annem bahçedeki kabağın birazını bana verdi ve satmak için beni pazara gönderdi. Hem de 2.5 liraya sat demişti. Ama satamadım çünkü vakit dardı ve okula yetişmem gerekiyordu. Bende pazarcının birisine kabağı 2 lira 25 kuruşa sattım ve parayı getirdim hemen anneme verdim. Annem; “25 kuruş nerede?” dedi, ben de, “o paraya dondurma aldım” deyince annem kızdı ve beni azarladı. Yalan söylemiştim, ama okula yetişmiştim.
GÜNDE İKİ POSTA YAPIYOR VE 80 GAZETE SATIYORDUM
Tabii bu arada gazete de sattım. O yıllarda -hala da öyledir- Ereğli’de gazete, kitap çok okunurdu, Ereğli entelektüel bir şehirdi. Ereğli’de meşhur Gazeteci Eşref Abi vardı. Ben küçüğüm diye benden kefil istemişti. Bende kendisine babamın ismini söyledim. Gazete 25 kuruş idi. Bir gazeteden 5 kuruş kar kalıyordu. 20 kuruş gazete maliyeti 5 kuruş da gazetenin karı idi. Millet günde 40 gazete satarken ben günde 80 gazete satıyordum, ama ben gazeteyi günde iki posta dolaşarak satardım cami önlerinde, köy otobüslerin kalktığı yerde dolaşarak satıyordum. Eşref Abi sayesinde epey para kazandım, Ereğli’de Eşref Abiyi herkes tanır, hala eski yerindedir ve gazeteciliğe devam etmektedir.
ANNEM GECE DOĞUM YAPTI
SABAH TARLAYA ÇALIŞMAYA BİRLİKTE GİTTİK
Yine hiç unutamadığım bir anım daha var. Annem kardeşim Derviş’e hamileydi. Biz yine ailece, o insanı kavuran yaz sıcağında tarlada çalışıyorduk. Ama anacığım nefes alamıyordu, karnı burnunda idi ve hava çok sıcaktı. Annem bir ara; “oğlum şu eşeğe binde, bir su getir” dedi. Biz tarlada idik, annemin istediği su köyden gelecekti. Yol zaten 1.5 - 2 saat sürüyordu. Sonra dönüşte birlikte yola koyulduk. Kuyunun başında durdum, ama kuyudan su çıkmıyordu ki, susuzluktan kuyu da kurumuş. Kovayı aşağıya salıyorum, su olmayınca kova duvara vurunca ancak su yerine, kova sesi geliyordu. Annem seslendi “oğlum kovaya eziyet etme.” Suyu çıkartamadım, akşam eve geldik, o zamanlar öyle ebe hemşire yoktu, o gece annem doğum yaptı, ama babam haber göndermişti ‘sabah tarlaya gelsinler’ diye. Ve anacığım o gece doğum yaptı sabah ise tarlaya çalışmaya gitti (Konuğumuz Nusret Argun bunları anlatırken sanki o günleri yeniden yaşıyordu. Yüzü acı ile kaplanmıştı. Bu cümleleri ifade ederken yutkunmakta zorlanıyor, o sert imajlı, keskin bakışlı adamın gözyaşları, göz pınarının arasında süzülmemek için direniyordu.)
VEFA TANIR’IN KARTI İLE BABAM
ETİBANK’ TA İŞE BAŞLADI
Babam Ankara’da dönemin Bakanı Vefa Tanır ile karşılaşır ve Vefa Tanır’ın kendisine verdiği kart ile Seydişehir Etibank Alüminyum tesislerine işçi olarak çalışmaya başlar. Ve aile olarak 1970 yılında Seydişehir’e göç ettik. Ama babam bizden önce bir yıl kendisi Seydişehir’e gitti ve çalıştı.
4 KARDEŞ GAZ LAMBASININ
ETRAFINDA DERS ÇALIŞIRDIK
Bizim oralarda, o yıllarda telefon, elektrik falan yoktu. Gaz lambasında ders çalışıyorduk. Bizim dönemimizde ortaokulda ilk kez modern eğitim denenmeye başlanmıştı. Ortaokul müdürümüz Ahmet Arabacı idi. O zamanlar şapkalı eğitim vardı, ama herkesin şapkası yoktu ki, herkes birbirinin şapkasını giyer okula öyle girerdi. Büyükler şapka ile okula girer, sonra şapkalarını pencereden aşağıya atarlar küçükler de onların şapkası ile içeri girerdi. O şapkaların yanındaki şirazeden hangi okulda olduğunuz belli oluyordu. Ortaokulda da çok başarılıydım, derslerim çok iyi idi. Benim gibi bir ya da iki öğrenci başarılı idi ve ben onlarla yarışırdım.
ORTAOKUL BİRİNCİ SINIFTA
OTOBÜS MUAVİNLİĞİ YAPTIM
Ortaokul birinci sınıfta iken para kazanmak ve aileme katkımı sürdürmek için otobüs muavinliğine başladım. Konya’ya yeni otogara yolcu taşıyan arabalarda muavinlik yaptım. Daha sonra Ereğli Ulukışla Çiftehan dolmuşlarında çalıştım. Kaplıcalara, Çayhan makasa yolcu taşıdık. 2.5 lira para kazanıyordum bir de patron tost ayran ısmarladı mı en karlı insan o gün için bendim, çünkü öyle yemek yemek filan yoktu lüks sayılırdı. O günlerde ereğli’de toprak zengini ağa aileleri vardı, çalışmadan rahat bir yaşam sürüyorlardı, Ereğli’de siyaset de ticaret de onlardan sorulurdu. Bunların kimler olduğu herkesce malum, biz ise ekmeği zor buluyorduk. Yıllar sonra o ağaların çocukları ve torunları benim yanımda çalışmak için iş istediler, bunu nefsime pay çıkarmak için değil, hem topluma mesaj vermek ve hem de şükür vesilesi yapmak için anlatıyorum. Ben sokaktan, halkın arasından geldim, ekmeğimi aşımı dişimle tırnağımla kazandım, hazıra konmadım, baba parasını fütursuzca harcayan bir mirasyedi değilim, inşallah benim evlatlarım da böyle olmayacaklar, çünkü onlar da benim hayat hikayemi biliyorlar.
İYİ TOP OYNARDIM 100 METREYİ
EN HIZLI BEN KOŞARDIM
Orta birde iken Ereğlispor’un hiçbir antrenmanını kaçırmazdım. Orada, kenarda beklerdim, onlar top oynarken bir kişi gelmedi mi onun yerine hemen oyuna ben girerdim. Çift kale maçlarda da kadro eksik oldu mu benimle kadro tamamlanırdı. Bütün mahalle maçlarında, sınıf ve okul maçlarında top oynardım. 39 numara ayakkabı giyerdim. Çok iyi 100 metre koşucusu idim. Çok hızlıydım. Bu arada top oynamak için topu bütün mahalleli ortaya para koyarak alırdık, ama top akşamları hep bende kalırdı. Topumuz hemen eskimesin ve ipleri dağılmasın diye topa don yağı veya tereyağı sürerdik.
İLK RUGAN AYAKKABIMI ÜÇ GÜN
YASTIĞIMIN ALTINDA SAKLADIM
Mesela yine o yıllarda bana bir rugan ayakkabı alınmıştı. Üç gece o ayakkabıyı yastığımın altında sakladım. Bu arada uyandıkça kalktım bezle tozunu almaya çalıştım, heyecandan uyuyamıyordum, sokağa çıkınca kirletmemek için ne yapabilirim diye epey düşündüm ama bir çare bulamadım, her taraf toz ve çamur olunca kirlenmesi de kaçınılmaz oldu, buna epey üzülmüştüm.
ORTAOKUL İKİNCİ SINIFTA SEYDİŞEHİR’E GİTTİK
Ortaokul ikinci sınıfa geçtiğim yıl Seydişehir’e göçmüştük, çok sevdiğim ve hala gurur duyduğum Ereğli’den ayrılmak bana hiç kolay gelmedi ama ne yapalım babam Seydişehir’de olunca biz de bil mecburiye gitmek zorunda kaldık. Seydişehir’de Mahmud Esat ortaokuluna gittim. Ama burada o kadar başarılı olamadım, ortamın değişmesi beni çok etkiledi. Mesela orada Almanca yoktu. Ben ise Almanca branşında idim, ikincisi ise şehrin kabulü beni duygusal olarak çok etkilemişti. Buraya taşınmanın okulda çok zararını gördüm.
ORTAOKULDA AYAKKABI BOYAMAYA
MISIR SATMAYA BAŞLADIM
Okul çıkışlarında ayakkabı boyamaya başladım. Bu ayakkabı boyama işi lise çağlarına kadar devam etti, Ereğli’de de ayakkabı boyamıştım. Mısır sattım, inşaatlarda ailece çalıştık. Bir inşaat işini mesela kaba işini biz alıyorduk ve ailece hepimiz çalışarak yapıyorduk. Ama doğrusunu söylemek gerekirse inşaat işini pek sevmiyordum, nereden bilebilirdim ki, bir gün gelecek ve oteller, alış veriş merkezleri, gökdelenler inşa edecektim, bu da kaderin bir cilvesi olsa gerek. Seydişehir’de pazarda çok karpuz indirdim, karpuz sattım, para yoktu ki o yıllarda, çok pazarcılık yaptım. Okul müdürümüz Zeki Bey çok iyi ve gerçekçi bir eğitimci idi. Gerçekten de o insanlar ile bugünkü eğitimciler arasında dağlar kadar fark var. O yıllarda imkânlar çok kötü idi, bugünkü gibi rahat değildi, ama o yıllarda okullarını bitirenler, mezunlar hayatta çok daha başarılı oluyorlardı. Hatırlarsınız herhalde, 70 ve 80’li yıllarda ODTÜ’den ve diğer okullardan mezun olan mühendisler, büyük Türk şirketleri ile ya da yabancı şirketlerle Arabistan’a, Libya’ya, Afrika’ya iş yapmaya gidiyorlardı. Hherkeste bir çalışma azmi ve isteği vardı, şimdiki mimar ve mühendisleri bırakın, Afrika’yı başka bir şehrimizdeki şantiyemize bile gönderemiyoruz, devir değişti herkes rahatına bakıyor. Bir Sezai Türkeş ve Fevzi Akkaya daha çıkaramıyoruz işte.
SEYDİŞEHİR LİSESİNE BAŞLADIĞIM
ZAMAN SİYASETLE TANIŞTIM
Ortaokuldan sonra Seydişehir Lisesine gittim. Lise yıllarında Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi burada da siyaset vardı. Allah bu millete o günleri bir daha göstermesin, yaşatmasın. O korkunç çirkin siyaset yüzünden komşumuzun oğlu yemek yerken abisini öldürmüştü. Babaları da yoktu, biri mezara biri hapishaneye gitti, anaları yalnız kaldı. O günleri böylesine canlı olarak yaşadık.
İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ İLE TARTIŞINCA TEKRAR
EREĞLİ CUMHURİYET LİSESİNE DÖNDÜM
Lise birde ço
SİYASAL BİLGİLER VEYA HUKUK FAKÜLTESİ İDEALİMDİ
Liseyi bitirdikten sonra tekrar ailemin yanına döndüm, üniversite sınavlarına girdim, merkezi yoklama sistemi ile üniversiteye yerleştirme vardı. İki yeri çok istiyordum; bir Siyasal Bilgiler Fakültesi, diğeri de Hukuk Fakültesi. Ben sosyal mantık, mukayese, pratik çözümler istiyordum. Tarihim çok iyi idi, ezberim çok iyi idi. Bir defa okuyor ve ezberliyordum. Saat 11 olduğu zaman radyonun başına geçiyor, merkezi olarak okulların puanlarının düşmesini bekliyordum, hani bugünkü borsa gibi. İki tane
Hukuk ve siyasal idealimdi, değişik nedenlerden dolayı okuyamadım ama Allah bana öyle bir lütufta bulundu ki; kızım siyasalı bitirdi, oğlum da hukukta okuyor, onlar okudu ya sanki ben okumuşum gibi oldum. Allah bana ne istedimse verdi, bazen doğrudan bazen da dolaylı olarak.
ÖĞRETMEN OLACAKTİM AMA
BEN KENDİMLE BİLE KAVGA EDİYORDUM
Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Bilimler Fakültesi Fizik-Kimya-Biyoloji (FKB) bölümüne kayıt yaptırdım. Arkadaşlarımız üç ayda eğitimden diploma alıyorlardı. Ama benim yapım öğretmenlik yapmaya müsait değildi. Çünkü yeri geliyor ben kendimle bile kavga ediyordum. Tam o sıralar bir lise hocam ile karşılaştım. O da beni dinleyince, bana; “sen öğretmen olamazsın” dedi. O da öyle kaldı, o zaman iki sene sınava girme hakkım vardı, ikinci sene sonunda da okula gitmemiş oldum.
KIZIM İLE AYNI SENE ÜNİVERSİTE SINAVINA GİRDİM
1983’e kadar durum böyle devam etti. 1983’te rahmetli Özal bu durumu serbest bıraktı. Af çıkarttı. Ben tekrar sınava girdim, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırdım. Ama hem okul, hem evlilik, hem de iş üstüne bir de kızım doğunca hanım seni mi okutacağım çocuk mu büyüteceğim dedi, bu okul işi de yattı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ekstrem kısmını kazanmıştım. 18 yıl sonra bu kez kızımla iddialaştım ve ikimizde aynı anda sınava girdik. Kızım Ankara Siyasal’ı kazanmıştı, ben de aynı yıl Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Kültür Üniversitesi özel ve paralı bir okuldu. Bir dostum bana “para ile okuyacaksın” deyince onu da gurur yaptım ve gitmedim. Kızım Siyasal’ı derece ile bitirdi, oğlum ise Bilkent hukukta okuyor.
ÜNİVERSİTE İŞİ OLMAYINCA İZMİR’DE
BİR AVUKATIN YANINDA ÇALIŞMAYA BAŞLADIM
Konuğumuz tekrar iki yıl üniversite sınavını kazanamadıktan sonraki yıllarına dönüyor ve anlatmaya devam ediyor: “Üniversite işi iki yılın sonunda olmayınca İzmir’e gittim. Bir avukatın yanında katip olarak çalışmaya başladım. Karşıyaka’da, vakıf çarşısında büromuz vardı. Adını şimdi hatırlamıyorum ama soyadı İsfendiyaroğlu idi. Bu arada ben daha öncede Seydişehir’de iken TEK’de Oymapınar barajından Seydişehir’e enerji hattı çekiminde harita çalışmalarında topograf yardımcısı olarak çalıştım, mira taşıdım. O zamanlar avukatın yanında aylık 10 bin lira para alıyordum, çok iyi para idi. Onun yanında esas işi yapan Kâtip Akın Bey vardı. Çünkü esas avukat olan kanserdi ve Amerika’da tedavi görüyordu ve bütün işi bu Akın Bey denilen adam götürüyordu. Parası olan herkese çözüm oluyordu. Parayı verdin mi her şey tamamdı. Daha sonra oradan ayrıldım, Kemalpaşa’da bir fabrikada işçi olarak çalıştım.
ÖNCE KÜTAHYA’DA DAHA SONRA İSTANBUL
BOĞAZ KÖPRÜSÜ KORUMA BİRLİĞİNDE VATAN BORCU
1980 yılında Kütahya Hava Er Eğitim Tugayı 1. Bölük de 54 gün acemi birliğinde görevimi yaptıktan sonra, İstanbul Boğaz Köprüsü Koruma Birliğine gönderildim. Burası Alemdağ’a bağlı idi. Askerliğim süresince Nakkaştepe, Kirazlıtepe, Beşiktaş Merkez Komutanlığına bağlı olarak görevimi yaptım. Boğazın güvenliği bizden soruluyordu, erken haber almada idim, ihtilal de askerdim, yıllar sonra bile bana, “ihtilali siz yaptınız, sen o zaman askerdeydin” diye takılır arkadaşlarım.
KARAVANAYA TUZ RUHU DÖKÜLÜNCE
Uçaksavar füze atışında radarcı idim. Bir gün nöbette idim. Asker karavana kazanına üzerine tatlı diye yanlışlıkla tuz ruhu dökmüş. Hepimiz iki gün boyunca Haydarpaşa’da, askeri hastanede kaldık, tedavi gördük.
4 AY ÇARŞIYA ÇIKMAMA CEZASI ALMIŞTIM
Yine bir Pazar günü nöbetçi idim, Kirazlıtepede idik. Bizim takım 40 kişiydi. Takım Çengelköy’e denize inmiş. Bende nöbetçi olduğum için komutanla tavla oynuyordum. Biz tavla oynamaya dalınca, nöbetçi asker dahil herkes denize inmiş. Bu arada üst komutanı oradan geçerken bir uğrayayım demiş, bakmış nizamiyede kimse yok, çünkü o bile denize gitmiş. Komutan depoya gitmiş depoda kimse yok. Geldi tabi durum anlaşıldı, ben gittim hepsini denizden topladım geldim, arkadaşlara bir ay, bana 4 ay çarşı yasağı, komutana da 20 gün Alemdağ’da oda hapsi verildi.
NÖBETÇİ ARKADAŞIM İLE TÜFEKLERİ KARIŞTIRINCA
Beyşehirli Eyüp usta vardı. İkimizde nöbetçi idik, ben nöbette iken kurşunu silahın ağzına asla vermezdim. O mermiyi silahın ağzına vermiş. Ama ikimiz nöbette yan yanaydık, nöbetçi komutanın nöbet yerine doğru geldiğini gördük. Aceleden ben yanlışlıkla o benim tüfeği almış ben de onunkini. Parola sordum, o iyice yaklaştı ben silahı onun göğsüne doğru tuttum ve parola dedim, o da oğlum dur şeytan doldurur derken silahın namlusunu şöyle kenara doğru çevirdi ve ben tam o sırada ay değdi nişan aldım ve tetiği çektim, pat diye bir ses çıktı, ikimizde korkudan yere yığılmış kalmışız. Hemen su getirdi. Tabii bu arada bir mermi zayi olmuş oldu, tüfeği teslim edeceğiz, mermi eksik edemiyoruz. Ertesi gün İstanbul Mercan Yokuşu’ndan bir mermi tedarik ettik ve tüfeği teslim edebildik.
ASKERLİK SONRASI ANKARA’DA İŞ BULDUM ÇALIŞMAYA BAŞLADIM TÜRKİYE’DE İLK DEFA TIP BİLİMLERİ
DERGİSİNİ HAZIRLADIM
BEKAR EVİNDE İKEN BAKKALA BORCUMUZ BİRİKİNCE EKMEK BİLE ALAMAZ OLDUK
Bekar evimiz Abidinpaşa Küçükkuyu sokakta idi. Burada tam 11 kişi aynı evde kalıyorduk. Evin reisi bizim küçük birader Nevzat idi. Bir gün bakkala öyle borçlanmışız ki, 20 bin lira borç olmuş, artık bakkala ekmek almaya bile gidemiyorduk. Suyu ısıtıp hazır çorba diye içer hale gelmiştik. Bir gün kapı çalındı gelen bakkaldı, bize “Gelin alış verişinizi yapın, bakın açlıktan öleceksiniz, nasıl olsa paranızı ödersiniz siz iyi çocuklarsınız” demişti. Apartman da bizden çok memnun idi. Bize sadece güreş günlerinde kızarlardı, çünkü evin içinde kendi aramızda güreş turnuvaları düzenlerdik. Bu oyun sabahlara kadar sürerdi.
VE EVLENİYORUM
Ankara’da işe başlamıştım ama Giresun Alucra’lı bir aile vardı ve beni ısrarla evlendirmek istiyorlardı. Bu arada ailem de beni evlendirmek istiyordu. Annemler bir gün telefon ettiler ve bana acele gel dediler. Çok acil deyince bir şey olmuştur diye gittim, annem bacılarım oturmuşlar tam 17 kişilik bir liste yapmışlar, görücü usulü ile evlenecektim. Onların listesine göre ilk gittiğimiz yerden ret cevabını aldık. Kızımızın yaşı küçük, hem oğlunuz da biraz yaramaz, çok hareketli dediler. Ben de annemlere, “beni öbürlerine götürmeyin, beni rezil etmeyin” dedim. Ankara’ya dönecektim. Komşumuzun bir kızı vardı, O’nun okulunda 19 Mayıs törenleri varmış, ama o kız bu törenlere katılmak istemiyormuş, o zamanlar kılık kıyafet konusundan dolayı genelde kız çocukları bu törenlere katılmak istemezler, rapor alırlardı. Daha sonra Meram Tıp Fakültesi Biyokimya Bölümünde Hoca olan Mehmet Aköz, o zaman Seydişehir’de doktordu ve muayenehanesi vardı. Ben o kız çocuğu ile ona gittim. Karşımızda bir anne kız ve babaları vardı. Onlar bizden önce girdiler, daha sonra çıktılar. Ben o kızı doktora sordum ve kim olduklarını öğrendim. Akşam da annemi ve bacılarımı alarak dünürlüğe gittik. Abim ve babamlar gelmemişlerdi. Kayınpeder sordu sigortan var mı, emekliliğin falan var mı deyince ben ona ‘taşı sıksam suyunu çıkartırım, kızınızı bana verin, onu aç bırakmam’ dedim. Zaten en küçük ağabeyi de beni iyi tanıyordu, benim için iyi delikanlı, şahsiyetli çocuk deyince verdiler. Ve kısa sürede iki aile arasında nişan düğün yapıldı. Biz Fikriye hanımla evlendik. Bu evliliğimden Ayşenur, Ömer Kazım ve Faruk isimlerinde çocuklarımız var.
BİR EVİN BİR KIZINI DÜĞÜNÜN ERTESİ
GÜNÜ ANKARA’YA GÖTÜRDÜM
Pazar günü düğün yaptık, pazartesi günü sabah eşimle Ankara’ya gittik. Altı ay süreyle eşim ailesini göremedi. Oysa bir evin bir kızı idi. Eşim evlendiğim günden itibaren benim hayat kaynağım çalışma azmim oldu. Dürüstlük abidesidir. Tam kayınvalideme çekmiş. Haram-helal konusunda çok hassastır ve eve getirdiğimi nerden geldiğini sormadan içeriye almaz. Bu günlere gelmemizde çok emek sahibidir. Benimle beraber yoklukta ve varlıkta her türlü sıkıntıyı çekmiştir. Hiç şikayetleşmemiş, acizlenmemiştir. Her türlü fedakarlığa katlanmıştır. Bugün de benim en büyük destekçimdir. Çocuklarımın okullarında başarılı olmalarında da emeği büyüktür. Tipik bir Türk annesi örneğidir. Çok marifetlidir, her zaman iltifatı hak edecek işler yapar. Benim hayat felsefemde yeri büyüktür. Altı ay sonra babam Ankara’ya gelmişti, yemekte aklıma geldi ve babama Konya’ya ne zaman döneceğini sordum, çünkü eşimi babamla göndermeyi düşünüyordum. Babam buna çok kızdı ve ‘Ne o daha gelmeden gitmemi mi istiyorsun’ diyerek bana kısa süreli küsüverdi. Babam çok şahsiyetli ve minnetsiz bir kişidir. Küstüğü dağın odununu kırk yıl kesmez. Şuan bile abdest suyunu kimseye döktürmez. Çok kincidir, bunu da yapmış olduğu ferdi spor güreşe bağlıyorum. Oğlum güreş yapmaya başladığında babam ‘keşke yapmasaydı o da çok kinci olur’ demişti.
BEKAR ARKADAŞLARA HEP YARDIMCI OLDUK
Ankara’da kaldığım sırada uzun süre bekar ev arkadaşlarım ile birlikte idim. Ben evlendiğim zaman onlarda alt sokakta idi. Eşim ile Pazar günleri onlara yemek yapar, gönderirdik. Bir gün yine eşim koca bir kova reçel yapmış, ben de çocuklar yesin diye verdim, akşama koca kovayı gerisin geri getirmişler. Eşim de “çocuklar ne acelesi vardı da hemen kovayı boşaltıp getirdiniz “ demiş onlar şaşırmış “yok yenge bir yere boşaltmadık, yedik bitirdik” demişler. Çünkü o günlerde gerçekten imkansızlıklar çok fazlaydı.
TIP FAKÜLTESİ AÇILINCA KONYA’DA
KİTAPÇI DÜKKANI AÇMAYA KARAR VERDİM
1983 yılında Konya’da Tıp Fakültesi açılınca tekrar Konya’ya dönüp, kitapçı dükkânı açmaya karar verdim. Hacı Mahmut çarşısı, Bedesten içinde kitapçılar ve kiralık dükkânlar vardı. Zafer meydanı ise henüz daha gelişmemişti. Şehrin merkezi vilayet tarafında idi.
ARAPOĞLU MAKASINDA ATLAS KİTABEVİNİ AÇIYORUZ
Arapoğlu makasında, Atlas kitapevinin bugünkü bulunduğu dükkanı tuttum. O zamanlar bu sokağa, o semte bırakın bayanları, erkeklerin girmesi bile zordu. Arapoğlu makasında o sıralar, hep sağlı sollu meyhaneler, resmi, gayri resmi kulüpler, dernekler vardı. Ben burayı tutunca önce beni çok yadırgadılar. O insanlar aralarında ilk defa böyle bir kitapçı esnafı görüyorlardı. Konyalı Panos’u ben orada tanıdım. Kiliseyi ömründe ilk kez burada gördüm. O sokaklarda 15 yılım geçti. İyi kötü pek çok anımız oldu. Buralar daha sonra Konya siyasetinin merkezi oldu. Seçim sonuçları alınıp, sandıklar açıldıkça insanların o partiden diğer partiye geçişlerini, yani kazananların tarafında oluşlarını gördüm. Bunlara çok üzüldüğüm oldu. Kaybeden partilerde akşam olduğu zaman üç beş vefalı kişi kalıyordu. İki kardeşten birinin bir partide, diğerinin bir başka partide yer aldıklarını, sandalye kaptıklarını gördüm. Saray, Rüya ve Park sinemaları yine bu sokakta idi. Havuzlu Araboğlu lokantası, İsmail Sezer’in lokantası, Kazım Ağa’nın lokantası yine burada idi. Yine Anavatan partisinin iktidar olduğu yıllarda binasının burada olması, 2. Ordu Komutanlığı binasının bu yolun ön tarafında bulunması, SHP ve MHP’nin burada bulunması, hep bu bölgeyi Konya’nın kilit noktası haline sokuyordu. Şehir artık yavaş yavaş vilayetten, zafer meydanına doğru geliyordu. Yeni şehir burası oluyordu. Araboğlu Makası çok enteresandı, burada Karayolları kahvesi vardı, Türkiye’de göremediğiniz insan tipleri burada görülebilirdi. 80 yıldır yaşayan, ama kravatını yatarken dahi çıkartmayan insanlar vardı burada, adama niye kravatını çıkarmadığını sorduğum zaman ise ‘ben bunca senedir çıkarmadım şimdi çıkarsam üşürüm’ derdi. Kısaca burada iyisine de kötüsüne de vakıf olduk. Çok iyi komşularımız vardı, Beta Colar Bektaş, Koyuncu gibi insanlar. Tabii bu arada sokakta büyük kavgalara gürültülere şahit olduk. 2. Ordunun bu şehirden gitmesi bizi çok üzdü, sadece esnafı değil, herkesi etkiledi. Öyle ki kitapçı olarak bizleri bile etkilemişti.
BU KİTABEVİ İLE DÜNYA MARKASI
YAYINEVLERİNE KAFA TUTTUM
Bu kitabevi ile birlikte, çok para kazandığım gibi, çok iyi çevreler edindim, üniversite camiasında iyi bir çevremiz oldu. Gece kitapçı dükkanı’nda parası olmayıp emanet kitap isteyenler yada nüfus cüzdanını ödünç verip emanet kitap isteyenler oldu. Yıl sonu geldiği zaman 2 - 3 alacak defterini yaktığım oldu, pek çok üniversite öğrencisine yıllarca parasız kitaplar verdik, o insanlar bugün hiç kimsenin tahmin bile edemediği yerlerde bulunuyorlar. Öğrencilerin hepsine hakkımı helal ettim. En büyük açılımı bu alanda yaptım. İlk defa kuru baskı makinesi, ilk pratik ofsetler alarak kitaplar bastık. Dünya’da ilk defa yabancı yayıncılara kafa tuttum. En sonunda da dünyanın en büyük yabancı yayıncıları ile bir masada oturup anlaştık. Daha doğrusu onların anlaşmasını ve fiyatları aşağıya çekmelerini sağladık. Dünya’da ilk defa anatomi atlasını ben bastım, Almanya’dan matbaadan bunların orijinal filmlerini getirttim. Maarif kolejleri ve tıp fakültesi öğrencilerinin o yayınevinden almaları mümkün olmayan kitapları en ucuz yolla, çok az kar ile biz verdik, birçok velinin, ana babanın duasını aldık. Dünyanın en ünlü İngilizce sözlüklerini ansiklopedilerini bastık. Bütün bunların, bu yayınların Türkiye distribütörü bizdik. İngiliz Yayıncılar Birliği avukat tutmuştu. Sekiz yıl süren davalar sonunda onlar bile hukuken bizi kabul etmek zorunda kaldılar.
İKİ SİYASETÇİYE HATA YAPTIK,
HAKKINI TESLİM EDEMEDİK
İki kişiye karşı hata yaptığımıza inanıyorum. Biri rahmetli Özal bir diğeri ise Kemal Derviş. O insanların bu ülkenin gelişmesinde gerçekten büyük katkıları var, çok kalıcı reform düzeyinde hizmetlerde bulundular. Anadolu insanının yatırımcının müteşebbisin önünü hep Özal açtı. İcraatın içinden programı ile o kaleminin ucu ile üniversiteleri açtı. Eskişehirli bir arkadaşım vardı, bir zaman üzerinde 100 dolar var diye cezaevine girmişti. O günlerden bugünlere gelmemizde rahmetli Özal’ın katkısı çok büyüktür. Kemal Derviş 13-14 yasa çıkarttı. Bu ülke yaşadığı bunca krize rağmen, bunca hükümetler o krizleri vatandaşın hissetmeden atlatmasını sağladı. Bunda da onun büyük emeği vardır. Şu anda da çok değerli siyasetçilerimiz yönetiyor ülkemizi, ama halen görevde olduklarından fazla övücü sözler söylemem yanlış anlaşılabilir, benim siyasetle hiç işim olmadı, işimi hep düzgün yaptım ve Allah da bana yardım etti. Kimler geldi, kimler geçti ama ben her dönem, hep işimi büyüterek
BUGÜN İSTANBUL, ANKARA, İZMİR BAŞTA OLMAK
ÜZERE 30’DAN FAZLA İLDE YAYINCILIK YAPIYORUZ
Kitapçılıkta çok önemli işler yaptık. Herkes İstanbul’dan mal alırken, ben İstanbul’a kamyon kamyon mal sattım. Konya’dan, Anadolu’dan ilk defa böylesine bilimsel yayınların çıkmasını sağladım. Pek çok doçentin, profesörün okumasına katkı sağladığıma inanıyorum, hepsinde emeğim var. Eskiden olsa iki sayfalık bir yayının çıkması aylarca sürerdi, o zamanlar kitap çok kıymetli idi, özellikle tıp alalında bu tür yayınlar çok önemli idi. Yayınlar sürekli, her gün yenileniyordu. Biz bu alanda bütün sorunları aştık. Yayıncılığımızı, kitapçılığımızı Türkiye’de geliştirdik. Bugün İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere 30’dan fazla ilde iş yapıyoruz. İstanbul’da üç, Ankara’da bir olmak üzere dünyanın sayılı matbaalarına sahibiz.
TELEFONA MÜRACAAT ETMİŞ 15 YIL BEKLEMİŞ
AMA YİNE DE TELEFON SIRAMIZ GELMEMİŞTİ
Eskiden böyle telefon yoktu ki. Ama ticaret yapan, iş yapan insanlar için telefon çok önemliydi. İcra dairelerinde en çok o dönemlerde telefonlar satılırdı. Biz müracaat etmişiz, aradan 15 yıl geçmiş hala telefon sıramız çıkmamıştı. Sarayönülü emekli birinin telefon sattığını duydum, gittim bana; “kitapçıda telefonun işi ne?” demişti. 160 bin liraya telefon almıştım. Numarası 21957 idi, bugün o telefonun numarası kitapevinde 352 19 57’dir ve halen kullanılmaktadır.
HAFTA DA BİR DOĞAN TAKSİ PARASI KAZANIYORDUM
Baskı işi, pratik ofset işi yapıyorduk, ama bu işin yüzdesi ile bir yere kadar gelinebileceğini, ondan sonra ilerlenemeyeceğini anladım. Bu sefer kitap vererek takas yöntemine girdim ve onu geliştirdim. Kar marjını yükseltmek için çok, daha çok yayın yaptım. Bunları İstanbul’da Nobel kitapevine satıyordum daha sonra Nobel ile ortak olduk rahmetli Rıfkı Biroğlu’na çok kitap gönderiyordum. Bir gün rahmetliye çok para kazandığımı, haftada bir doğan taksi parası kazandığımı söyleyerek, bu kar payını ve bu kadar çok para kazanmayı düşürmek istediğimi söylediğim zaman bana ‘senin çok para kazanmak dediğin bu mu, ben senin kazandığını bir günde kazanırım’ demişti. Rıfkı Biroğlu Erzincan’nın Egin kazasında doğmuş, İstanbul’da kasaplarda kemik sıyırarak okumuş ve bugün sadece Türkiye’de değil Dünya’da da marka olan Nobel Kitabevlerini kurmuştu. Ben onunla 1982 yılında tanıştım. Daha esnaf olmadan Ankara’dan yayın satışı için kendisine gittim. Dünya’da öyle pratik, hesabı düzgün, alacağına ve borcuna düşkün bir insan görmedim. Yirmi yıllık hesabı bugün gibi çıkarır önümüze kordu. Çok güzel ajanda tutardı, yani defter tutardı, tarihine göre hesapları hiç şaşmazdı. Kimsenin hakkını yemez, kimseye de hakkını yedirtmezdi. Tam bir Anadolu yiğidiydi. Daha sonraları hem ortak hem de akraba olduk. Hiç beklenmedik bir zamanda kanser hastalğı nedeniyle erken yaşta vefat etti. Nur içinde yatsın, toprağı bol olsun, mekanı cennet olsun. Adam gibi adamdı. Benim bugünkü ticari anlayışımda geldiğim noktada çok emeği olan iki kişiden biridir. Bir diğeri ise sonradan kardeş olduğum Yılmaz Altunsoy’dur. Ana baba ayrı ama birden farkı yok benim için. Gerçekten Yılmaz Bey gibi doğru ve dürüst olan insanların sayısını Allah artırsın. Bizim şirkette adı doğrucu Davut’dur. Hiç unutmam bir gün Kamu İhale Kurumu’na dilekçe yazmam gerekiyordu, Yılmaz konuyu dinleyince bu dilekçeyi yazamayız dedi. Ben de sebebini sordum ve burada kamu menfaati yok dedi. Ben de bizim menfaatimiz var dedim, menfaatler tek taraflı olmaz dedi ve bana dilekçeyi yazdırmadı. Dik, kimseye minneti olmayan, menfaati için eğilmeyen, doğru bildiğini savunan ve asla taviz vermeyen birisidir. Aynı zamanda benim hemşerimdir. Beraber olmaktan ve birlikte çalışmaktan çok memnunum. Çok yüksek algılaması vardır, mukayese yeteneği mükemmeldir, okuduğunu hayata geçirebilen pratik birisidir. Allah kendisine sağlık, sıhhatli uzun ömür versin. İTÜ’nün KTÜ’nün kitap satış yetkilerini aldım, ardından da pek çok üniversitenin kitap satış yetkisini aldım. Neredeyse artık tüm üniversitelerin kitap satış yetkisi bende idi. İlk arabamı da kitap takasından almıştım. Bir İngilizce öğretmeni vardı, Nejat Alperen, 85 yılında Volkswagen 412 bunu da bu şahıstan takas ile almıştım. Mesela ilk televizyonumu da yine bir kitap takasından almıştım.
GECELERİ SABAHLARA KADAR CUMARTESİ
PAZAR ÇOK AMA ÇOK ÇALIŞTIM
Çok çalıştım, hiç çalışmadığım bir gün olmadı, cumartesi Pazar günleri, bayram da, arife de hep çalıştım. Geceleri sabahlara kadar çalıştım. Fotokopi baskı yaptım. Sadece Konya’da değil, artık Edirne’den Kars’a kadar tüm illerde müşterilerimiz vardı. Türkiye’nin neresinden isterlerse, o adrese kitap gönderiyordum, para pul sormuyordum ama sonuçta hepsi gerisin geri para olarak geliyordu. Mesela burada okuduktan sonra başka illere hatta mecburi hizmetler için doğuya giden doktorlar oluyordu, onlar bulundukları yerlere kitap istiyorlardı, oralara bile adrese teslim kitap gönderiyordum.
AİLELER TIP FAKÜLTESİNİ KAZANAN EVLATLARINI
ARTIK GETİRİP BİZE TESLİM EDİYORLARDI
Aileler tıp fakültesini kazanan evlatlarını getirip artık bize teslim ediyorlardı. Parası varsa da, yoksa da bize emanet edip gidiyorlardı. Ticari hayatımda en zevkli dönemler, bu dönemlerdi. O gün hizmet ettiğimiz insanlar ülkenin geleceği idi. Şu anda bunlar çok çok yüksek yerlerde, değişik makamlarda. Mesela Sayın Rektörümüz Süleyman Bey bile bir zamanlar bizim iyi bir müşterimiz idi. Ona da çok kitap satmıştık. Bu iş 1987 yılına kadar böyle devam etti. Şirket hala da devam ediyor, ama ben işi buraya kadar getirdim ve şimdi kardeşlerimiz ve eniştelerimiz ile çocukları bu işi sürdürüyorlar. Bizim kontrolümüzde ticaretlerini yapıyorlar. İstanbul, Ankara, İzmir’e her tarafa kamyon kamyon mal gönderdik. Ama Türkiye’nin kapasitesi belli idi. Artık bu mücadelenin sonunun yaklaştığını, piyasanın doyduğunu gördüm. Bir de biz yayıncılıkta bu ülke için en büyük sorun olan yabancılar ile zaten oturup hukuk alanında anlaşmış, onları dize getirmiştik. Anaların babaların dualarını aldık, matbaacılıkta dünyanın en büyükleri Almanları ile mücadele ettim. Almanların orijinal baskılarından daha iyi baskılar yaptım. Hukuk alanında bile Almanlar kaybettiler. Artık çocuklar bu tür yayınları harçlıkları ile alıp okuyabiliyorlar. Gerçekten çok zor günlerimiz oldu ama artık ülke okuma trendine girmişti. Fen liseleri ve Anadolu liseleri, üniversiteler açılıyordu. Eskiden kitaplar yurt dışından geliyordu, artık bunların büyük kısmı, nerede ise tamamı Türkiye’de basılıyor dışarıdan kitap gelmesine gerek kalmadı ve maliyetler artık çok az kara kadar düştü. Dünyanın baskı devleri ile hukuk savaşımız tam sekiz yıl sürdü. Lahey’e kadar gittik. Yabancılar bu iş için 2.5 milyar lira harcadılar ben ise 134 bin lira ceza aldım.
TÜRKİYE’DE YENİ BAŞLAYAN
HİZMET ÖZELLİŞTİRMELERİ DİKKATİMİ ÇEKTİ
Bu arada o yıllarda Türkiye’de yeni yeni başlayan hizmet özelleştirmeleri dikkatimi çekti. İlk defa 751 milyon liraya Halil Ürün Belediye Başkanı iken Büyükşehir’in bir ihalesini kazandım, daha doğrusu bir arkadaş ile ortak olarak. Daha sonra Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesinde hizmet işlerinin özelleştirmesi vardı. Park, bahçe, çamaşır, yemek bu işler Ankara’dan dev firmalara veriliyordu. 87-88 yıllarında, bu firmalar kısa dönem sonra bu işleri önce alıyorlar sonra yürütemiyorlar, sigorta ve vergi işlerini de yapmayarak gidiyorlardı. İdare de işi bir süre sonra fesih ediyordu. Mahkemelik oluyorlardı.
TIP’IN İHALESİNİ KAZANDIM ALTIMDAKİ
ARABAYI SATMAK ZORUNDA KALDIM
Bir gün bu işten benimde haberim oldu, hatta beni çağırdılar. Bizim ise böyle bir çalışma alanımız yoktu. Mevzuatlara baktım tam değildi, yasa ise henüz oturmamıştı, sıkıntılı işti. Yine de ihaleye girdik, 7. ayda ihaleyi kazandık, 8. ayın birinde ise işe başladık. Bu zaten 4 aylık bir dönem içindi. Sene sonu geldiği zaman öyle bir zarar ettik ki altımdaki arabayı bile satmak zorunda kaldım. Sene sonunu zor getirebildim. Sigortası, işçiliği yılsonunda ikiye katlarmış. Bunu yapanlar çok iyi biliyorlardı ama tabii biz bilmiyorduk. Ama ikinci senede şirketleştim. Kendimi sadece bu işe odakladım. Kitap işini kardeşlerime devir ettim. Bu konuda rahmetli Adnan Kahveci’ye çok gidip geldim. Rahmetlinin mevzuat ve yasalar konusunda çok faydası oldu. Çok pratik idi. Maliye Bakanlığı, Sayıştay derken gidip gelirken firmamız çok büyük itibar gördü. Sektörde beş yılını dolduran firma olmazken biz sektörde 20. yılımızı doldurduk, rakiplerimizin bir kısmı çakal it kopuktu. Çantayı kapan bu işlere giriyordu.
HİÇ KİMSEDEN KORKMAM, KİMSENİN HAKKINI YEMEM, AMA KİMSEYE DE HAKKIMI YEDİRMEM
Evden çıkarken Ayetel Kürsümü okurum. Çünkü şunu da bilir ve ona inanırım ki, tüm iyilik ve kötülükler Allah’tan gelir. Ben her şeyimi Allah’tan beklerim, hiç kimseden korkmam, hiç kimsenin hakkını yemem, ama kimseye de hakkımı yedirtmem. Her türlü mücadeleyi yaparım. Hayat felsefem budur. Hiçbir yanlış numaramız yok. Hakkım olmayan hiçbir şeye elimi sürmedim, hak etmediğim, tarttırmadığım hiçbir şeyi de evime sokmadım.
ATLAS VE OKYANUS OLARAK HİZMET
SEKTÖRÜNDE PROBLEMİ OLMAYAN TEK FİRMAYIZ
Şu anda bu sektörde de İzmir, Manisa, Uşak, Afyon, Kütahya, Kayseri, Eskişehir, Adana, Karaman, Aksaray ve Kayseri başta olmak üzere yaklaşık 20 değişik ilde hizmetlerimizi sürdürüyoruz. Sektör tam algılanamayan bir sektör olmasına rağmen, firmamız bütün hizmetlerini büyüterek ve geliştirerek çalışmalarını devam ettiriyor. ATLAS ve OKYANUS kurumlarının şu anda başındayım, artık bizden hizmet alanların zevk aldığı bir konuma geldik. 20 yılın sonunda hiçbir problemi olmayan, Türkiye’deki tek firmayız. Bu seviyeye gelmemizde çalışma arkadaşlarımızın ve çalışanlarımızın da hakkını teslim etmek gerekir, kapıcısından, şoförüne, müdüründen temizlik işçisine hepsinin emeği ve hakkı vardır. 16 yıllık çalışma arkadaşım Yıldıray Kocamaz’ı burada zikretmeden geçemeyeceğim. Stres ve uyum… Bu uzun yolculukta çok şey paylaştık. Ali Rıza Boyacı ile 15 yıldır gece gündüz beraberiz. Ayrıca burada ismini yazamadığım birçok çalışma arkadaşımın da bu seviyeye gelmemde emeği çoktur. Yüzlerce, binlerce başhekim, sağlık müdürü gördük, onlarla çalıştık. Değişik siyasi dönemler geçirdik. Yaptığımız işte rotamızı hiç değiştirmedik. Ahlaka uymayan ve yasalara aykırı hiç bir iş yapmadık. Hala bu işte devam etmemizin ve bugünkü ulaştığımız noktaya ulaşmanın tek yolu da budur. Hiçbir işimizi günlük düşünmedik.
SAĞLIK SEKTÖRÜNDE DÜNYA DEVİ SİMENS’İN TÜRKİYE’DEKİ ÇÖZÜM ORTAĞIYIZ BAŞKENT HASTANESİ GURURUMUZ OLDU, İKİSİ YURT DIŞINDA 17 GÖRÜNTÜLEME MERKEZİMİZ VAR
Sağlık sektöründe dünya devi Simens ile 1992’de başlayan ve bugün hala devam etmekte olan birlikteliğimiz sonucu, Türkiye’deki tek sorumlusu biz haline geldik. Simens’in sağlık alanında tek çözüm ortağı olduk. Hem ticari, hem de itibar olarak çok büyük işler başardık. Fizik tedavi ve rehabilitasyon merkezleri kurduk. Başkent Hastanesi bizim gurur kaynağımız oldu. Bana göre bu hastane Konya’da sağlık alanında dönüm noktası oldu. Başkent hastanesi ile herkes kendine çeki düzen vermek zorunda kaldı. Sağlık sektörüne rekabet geldi, ölçek büyüdü. Şu anda bin kişi bu hastanede çalışıyor. O zamanın parası ile 30 milyon dolarlık bir yatırım idi. Bu aynı zamanda öyle bir döneme rast geldi ki hiç kimse ülkeye ve şehre çivi çakmıyor, korkuyordu. 2001 yılında ülkede kriz varken, esnaf kepenk kapatıp, yazar kasa fırlatırken biz sağlık gibi kritik bir sektöre yatırım yaptık ve 2003 yılında da hastanemizi tamamladık. Konya’da çok büyük bir kriz dönemiydi ve holdingler zarar veriyordu. Ve tüm bunlara rağmen biz bu hizmeti yaptık. Şu anda ikisi yurt dışında, Romanya’da olmak üzere, Türkiye’de toplam 17 görüntüleme merkezimiz var. Simens’in Tıp Bölümü Genel Müdürü de bir açılışta bizim için “Bu sektörde Allah’ın verdiği fırsatları böylesine iyi değerlendiren biri Nusret Bey diğeri ise Acıbadem Hastanelerinin sahibi Mehmet Ali Aydınlar” demişti.
BAŞBAKANIMIZIN BİR SÖZÜ İLE
DEDEMAN KONYA’ YI YAPTIK
17 Aralık 2006’da Dedeman Otelini açtık. Çünkü Başbakanımız Başkent Hastanesinin açılışı sırasında yatırımcıların, iş adamlarının bu şehre beş yıldızlı oteller yapmasını istemiş, Türkiye’nin ve Konya’nın buna ihtiyacı olduğunu söylemişti. Bu tür yatırımcılara bizde destek olacağız demişti. Bizde buradan hareket ederek, Türkiye’nin sayılı markalarından Dedeman grubuna teklif götürdük. Onlarla iş birliği yaparak 5 yıldızlı bir otel yapmayı planladık. Ve kısa sürede gerekenleri yaptık, projelerimizi hazırladık. Çok kısa zamanda da bu projeyi devreye soktuk. Konya’da son 10 yılda çok büyük yatırımlar yaptık, projeler geliştirdik, bunların hepsi marka ve çok büyük önem arz eden yatırımlar. Hem maddi değerleri çok yüksek, hem de şehre getirdiği farklı açılımlar vardı. Eski Beyşehir yolu, Sille kavşağının şekline bakmak ile ne demek istediğimi herhalde en iyi şekilde anlamış olursunuz. Bu işleri yaparken de hiçbir zaman Konyalıyı rahatsız etmedik, işte hiçbir Konyalıya rakip olmadık. Rekabeti getirdik ama bunu kötüye kullanmadık.
ERDOĞAN “BİZ KRAL MIYIZ Kİ
KRAL DAİRESİNDE KALACAĞIZ” DEDİ
Açılış ve törenler için Dedeman’da kral dairesi tam olarak hazırlanamamıştı. Aslında Başbakanımızı kral dairesinde ağırlamak istiyorduk ama yetişmemişti, durumu izah ettiğimiz zaman ‘Biz demokrat adamız, kral dairesinde krallar kalsın sen bize şöyle dinlenebileceğimiz bir oda ver yeter’ diyerek mütevazılığını göstermişti.
YARDIMCIM YILMAZ ALTUNSOY ARSANIN
VAKIF OLMADIĞINI ARŞİVE İNEREK İSPATLADI
Dedeman’ın daha arsasını almadan şaibeler de çıkmaya başladı piyasada, yok efendim vakıfmış, şöyle olmuş, böyle olmuş. Ben de vakıf malı konusunda çok hassasım, benim anlayışım; “vakfın tarlasından geçerken paçalarını silkele ki, tozu senin tarlana ulaşmasın” anlayışıdır. Ancak, kendini her şeyi en iyi bilen olarak gören ve kendinden başkaları da itham edebilen bazı Konya tabiri ile Gubuz adamlar, birinin malını kötüleyecekler mi hemen vakıf ilan ediverirler, sen de ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Biz arsa satışa çıkınca, daha teklif vermeden hemen vakıf konusunu araştırır ve ona göre hareket ederiz. Dedeman’ın yeri konusunda da yardımcım Yılmaz Bey, bizzat kendisi arşiv araştırması yaptı ve bu arsanın tüm dosyasının Türkçe olduğunu gördük. Arsanın vakıfla alakası olmadığını gördük ve konu ile ilgili bir dosya oluşturup her yere bu dosyayı yolladık, bizden önceki mal sahipleri de aynı dedikodular yüzünden iş yapamamışlar ve hazineye taahhütlerini yerine getirememişler, yani dedikodunun kurbanı olmuşlar. Böyle mağdur olan bir sürü insan ve kurum var Konya’da, bu konunun da ivedilikle çözülmesi lazım.
SÜLEYMAN BEY DE BURHAN ÖZFATURA’NIN
EŞİ İÇİN TELEFON ETMİŞTİ
Ülkeyi yöneten siyasilerin bazı mütevazılıklerine şahit oldum, çok etkilendim. Bir gün İzmir’de Burhan Özfatura ile birlikte idik Sayın Özfatura’nın Başkanlığı bıraktıktan sonraki dönem idi. Kendisi bir şirkete danışmanlık yapıyordu. Bu arada eşi de rahatsız, ameliyat olacaktı. Bir telefon geldi Süleyman bey arıyormuş, o zaman da Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı idi. Burhan beye eşinin durumunu sorup isterlerse Gata’da ameliyat yaptırabileceğini söylüyordu. Ben o zaman çok duygulandım ama Burhan Bey teşekkür etti ve eşini de Belediye hastanesinde ameliyat ettirdi.
İNŞAAT SEKTÖRÜNE GİRDİK
EN YÜKSEK KALİTEYİ GETİRDİK
İnşaat işlerinde metot olarak ilk defa Konya’da örnek inşaatları yaptık. Bu inşatların standartlarını Konya’nın çok üzerinde tuttuk ve konutta yeni açılımlar kazandırdık. Yapım teknolojilerinden kullanılan malzemelere kadar bir ayrıcalık sağladık, sektörde çıtayı yükselttik, özellikle konut alanında artık herkes kendisine Okyanus’u örnek alıyor. Bu surette özellikle bize en fazla destek veren Selçuklu Belediye Başkanı Sayın Adem Esen’e ve ekibine Konya Büyükşehir Belediyle Başkanı Sayın Tahir Akyürek ve ekibine çok çok teşekkür ederim.
MERAM PROJEMİZ BİZİ ÇOK YORDU, MAĞDUR EDİLDİK
Meram’da şu anda devam etmekte olan konut projemizin yapıldığı alanı, Konya’nın büyük inşaat gruplarının da katıldığı bir ihale ile Hazine’den aldık. Buraya bir AVM yapacaktık ve Fransız bir grup ile anlaşma da yaptık ama imarda sıkıntı yaşadığımızdan yerine getiremedik, aslında Meram bölgesinin böyle bir projeye ihtiyacı vardı. Sonuçta konut yapmaya mecbur kaldık, imar konusunda belediye ile çok sıkıntı yaşadık, beklediğimiz anlayışı ne yazık ki göremedik, en ufak bir yoğunluk ve fazla inşaat alanı istemiyorduk, bir kat daha yüksek istiyorduk ki, daha fazla yeşil alan kalsın, emsaller de vardı ama ikna edemedik, mağdur olduk.
KONYA TESCO KİPA AVM İLE
PERAKENDEYE REKABET GELDİ
2006 yılında eski asfalt şantiyesinin yerini aldık, daha önce lunapark olarak planlanmış ama yapılmamış, mezbele halinde idi. Biz Dedeman projesinin karşısında yer alan bu alanı kendi projemizi kurtarmak için aldık, düşünün şimdi 5 yıldızlı otel karşısında dönme dolap akşama kadar dönüyor. Allah bizim tuttuğumuz işi altın yapıyor, biz arsayı alınca İngiliz Tesco firması buraya talip oldu ve arsa ile birlikte alış veriş merkezini anahtar teslimi yaptık. Bir tarafta Dedeman şantiyemiz, diğer tarafta ise Kipa şantiyemiz o bölgeyi çok değiştirdi ve geliştirdi. Kipa aleyhinde çok büyük kampanyalar yapıldı Konya’da, bana göre Konya düşmanı olan bazı grup ve düşünceye sahip insanlar, geceleri Zafer’de Kipa aleyhine insert dağıtarak, öncelikle Konya’ya ve Konya imajına zarar verdiler, ama ben hep göğüs gerdim bu olaylara ve yabancı sermayenin kentimize gelmesine yardım ettim. KİPA’nın açılımını bile yanlış aktardılar. KİTLE İLETİŞİM PAZARLAMA olan ismi başkaca çağrışımlara çekmeye çalıştılar. İlkokulu 8 senede bitiremeyenler bu konuda yorum yaptı.
DOĞALGAZ VE ENERJİDE 11 İLDE YATIRIM YAPIYORUZ
Doğalgaz sektörünün Konya’ya gelmesinde Sayın Hüseyin Üzülmez’in büyük emeği var. Enerji ve doğal gaz sektöründe tartışmalar yaşanırken, çalışan en büyük aktör kendisi idi. Konya’ya doğal gaz ihalesinin yapılması ve Türkiye’de sorunların aşılması için çok büyük emek verdi, çünkü Türkiye’de çok güçlü bir lobi vardı, hem doğalgazın bu ülkede yayılmasını istemiyorlardı, hem de bunu Anadolu’da birilerinin yapmasına engel oluyorlardı. Konya Türkiye’de Kayseri’den sonra ikinci ihale idi, 4-5 ay onay verilmedi, Hüseyin Üzülmez gerçekten çok önemli mesafeler kat etti. Enerji Bakanlığı ve siyaset ile bütün bunların hepsini aşmayı bildi. Hüseyin Üzülmez’in şahsi gayreti ile bu iş ve tüm engeller aşıldı. Türkiye’nin de bu konuda önü açıldı. Biz Konya olarak örnek olduktan sonra bugün Antalya, Denizli, Uşak, Karaman, Aksaray, Ereğli, Niğde, Nevşehir, Çorum, Erzincan olmak üzere 11 ilde doğalgaz ve enerji işinin içinde kendimizi bulduk. Ayrıca şuan Türkiye’de Doğalgaz Dağıtıcıları Derneği Başkan Vekiliyim. Başkanı da çok değerli bir işadamı olan Aksen Grubunun sahibi Mehmet Kazancı Bey’dir. Bu Dernek’te Zorlu Grubu, Çalık Grubu, Aksen Grubu, Energaz Grubu, Kalin İnşaat, Cengiz İnşaat gibi Türkiye’nin enerji devleri bulunmaktadır.
EPDK BİZİM ŞİRKETİ ÖRNEK OLARAK GÖSTERİYOR
Devlet de, Enerji Piyasası Kurulu da bizim şirketimizi örnek gösterdi. Devlet büyüklerimiz şu ana kadar bizi hiç bir problemi olmayan şirket olarak gösteriyor, kimsenin burnu dahi kanamadan projelerimizi bugüne kadar başarı ile getirmesini bildik. Devletin 15-20 yılda yaptıklarını biz 3-5 yılda yaptık, ortaya çıkardık. Bu projelerin bir çatı altında toplanması için çatıyı bir holding şirketi ile birleştirdik. Halen bu holdingimizin de yönetim kurulu başkanıyım.
YAKLAŞIK 5 BİN KİŞİYE İŞ VERİYORUZ
BİR TANE GECİKMELİ SİGORTA VE VERGİ ÖDEMEDİM
Şu anda şirketlerimizde yaklaşık olarak 5 binin üzerinde insan çalışıyor, iş ve istihdam sağlıyoruz, bir tane gecikmeli sigorta ve vergi ödemedim, cezalı ödemem yok. Krizler yaşandı ama 2005’te vergi matrahı açısından Şeker ve Çimento’dan sonra bizim grubumuz üçüncü sırada yer aldı. Türkiye’de bizim geldiğimiz noktaya baktığımız zaman dünyanın daha çok gerisinde olduğumuzu görüyoruz. Ama bugün için gidişatını çok iyi görüyorum.
FELSEFEMİZ YATAN ASLANIN
PAYINI GEZEN TİLKİ KAPARMIŞ
Ticarette eski anlayışlar kalmadı, herkes kendisini dünyanın öldürücü rekabetine hazırlamalı ve buna ayak uydurmalı, her gün yenilenmeli, çağa hızla ayak uydurmalı dünya ticaretinin kuralları var çok acil olarak bunları kabul etmeli, markalaşmalı, dünyaya açılmalı aksi takdirde artık ayakta durma şansı çok zor. Özellikle küçük ve orta ölçekli kurumlar bugünün dünyasında acil olarak bir araya gelmeli, birleşmeli. Biz bunu yabancı merkezli, yabancı projelerle yaparak bulduk. Yeni açımlar getirdik, kendimizi şu an yabancıların standartlarına uygun bir firma haline getirdik. Çoğu dünya markası grup tarafından akredite edilerek kabul gördük. Elemanlarımız denetimlerden başarıyla geçti. Bundan sonra bol bol iş üretmek ve çalışmak gerekiyor. Yabancılarda proje çok. Bizim felsefemiz yatan aslanın avını gezen tilki kaparmış.
SPOR BENDE BABADAN KALMA BİR HASTALIK
Spor bize babadan kalma bir alışkanlık. Babam kendisi güreşçiymiş. Yaşlandığında bile hala arkadaşlarıyla güreş tutuğunu gördüm. Güreşleri saatlerce sürermiş, düğünde harmanda güreşirlermiş. 1957 yılında bugünkü Atatürk stadyumunda aynı günde 5 güreş maçı yapmış. Oğlum da dedesi gibi güreşçi, yani dededen oğula intikal etti bu ata sporumuz. Biz de küçük yaşta futbol ile başlayan spor heyecanı bugün de belli noktalarda aynen devam ediyor. Çok genç yaşta Konyaspor’da, Üniversitespor yönetiminde değişik görevlerde bulundum. Uzun süre üniversite futbol takımının tek sponsoru idim. Bir olay çok ağırıma gidince bıraktım.
KONYASPOR’DA 11 DEĞİŞİK YÖNETİM İLE ÇALIŞTIM
Konyaspor’da 1992’de başlayan profesyonel yöneticiliğim 11 değişik başkan veya yönetim ile devam etti. Hiçbir gün televizyona çıkmadım, bir gün bile reklamımı yapmadım. Bir zamanlar Konyasporlu yöneticiler sıra ile televizyonlara çıkıp konuşuyorlardı. Ben, yerime çıkan arkadaşlara gömlek kravat alarak çıkmadım. Konyaspor’da çok zor günlerimiz geçti, takımı sahaya çıkartamadığımız günler oldu. Sporcuların kampları terk ettiği günler oldu. Öyle ki 8 maçın 7’sini kazandığımız bir dönemde yönetimi şehir ve belediye sahip çıkmadığımız için bırakmak zorunda kaldık. Çünkü federasyon dahil hiçbir yerden bir kuruş gelmiyordu. Bu iş yiğitlik işiydi. Ama hiçbir zaman hedefsiz takım yapmadık.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ TAKIMINA YILLARCA
TEK BAŞINA SPONSORLUK YAPTIM
Selçuk üniversitesi bayan basketbol takımını 1997-98 sezonunda aldım. Çünkü bu takım 2. lige çıkmış, sponsor arıyormuş. Önce küçümseyerek benden destek istediler. Daha sonra bu takımla unutulmayan anılarımız oldu. Bu bir kere Konya imajı için büyük fayda sağladı. İkincisi de üniversitemiz gençliğimizin spor ile uğraşmasını başka problemli yerlere sevk edilmesini önledi. İzmir’den müsabaka dönüşü talihsiz bir kaza sonrası takım ligden çekildi. Biz de daha sonra bırakmak zorunda kaldık.
GÜNDÜZ TEKİN ONAY DENİZLİ DEPLASMANI ÖNCESİ
İKİ KALECİMİZİ DE KADRO DIŞI BIRAKIVERMİŞTİ
Hiç unutmuyorum, Play-off’a kalmamız kesinleşmişti. Gündüz Tekin Onay teknik direktörümüzdü, çok ciddi bir hoca idi. Denizli deplasmanına gidiyorduk. Takım otobüse binmişti ama birinci kalecimiz Zaferdeki bir kotçuya girmiş geç kalmış. Bu arada ikinci kaleci de otobüsün arka kapısını açtırmış onu çağırıyormuş. Gündüz Hoca bunu görmüş birinci ve ikinci kaleciyi orada kadro dışı bıraktı ve 3. kaleci ile Denizli deplasmanına gittik. Aslında bazen böyle davranmak gerekiyor, prensipler için kısa vadeli faydaları feda etmek, uzun vadede daha doğru sonuçlar getirebiliyor.
ANKARA’DA ANTALYA’YA PLAY OFF’TA
HAKEMLE KAYBETTİK
Sakarya-Antalya play-off maçı vardı, maç Sakarya’da idi. Gündüz Hoca, Mustafa Güvenilir ve ben Sakarya’ya gittik. Bu maçı Antalya kazandı ve rakibimiz oldu. Antalyaspor’un kalesini Rüştü koruyordu. Bu takımla Ankara’da karşı karşıya gelecektik. Maçın hakemi olarak 17 yıl Antalya’da, 3 yıldır da Burdur’da hakemlik yapan Sadık Deda’yı verdiler ve maçta bize 2 kırmızı kart gösterdi, maçı da 3-2 kaybettik. Mehmet Oktut ve Metin Ortakarpuz’u hiç böyle üzgün görmemiştim. Oktut oturduğu yerden kalkamadı, çünkü ağlıyordu
İKİ TANE BAŞKANI UNUTAMAM: OKTUT VE KÖSEOĞLU
İki tane başkanı unutamam biri düzgün, doğru ilkeli adam Mehmet Oktut, diğeri ise marifetli, akıllı, yetenekli insan Mehmet Köseoğlu. Oktut’tan çok şey öğrendim, onunla çalışmaktan zevk aldım. Düzgün insan, adam gibi adamdı, hilesi hurdası yoktu. Hep kırmızıçizgileri vardı. Bu yönetimle sürekli şampiyonluk heyecanı yaşadım. Konya çok sahipsiz, Konya’nın Ankara’da ve devlette lobisi yok, varsa da çok az hiç yok gibi. Konya’nın onda biri olmayan il ve ilçeler ile bile mücadele edemedik. Bu süreçte biz çok büyük haksızlıklara uğradık. Şuan bile spor camiasında Federasyon ile sıkıntılar yaşanıyor. Biz hep ne hikmetse duruş olarak ya kaybedenden taraf oluyoruz ya da dik durmasını bilemiyoruz. Bu arada içimizden birilerinin de yükseklerde olmasını hazmedemiyoruz. Hasbelkader olursa da onu öldürmeye çalışıyoruz. Çok önemli, çok büyük mücadeleler verdik, yönetimi çetelerden devraldık, tabiri caizse deve dişi gibi kulüplerle mücadele ettik.
BAŞBAKAN YARDIMCISI VE DEVLET BAKANININ
GÖRÜLEN LÜZUM ÜZERİNE BENİ HALTER
FEDERASYONUNDA SORUMLU AS BAŞKAN OLARAK
DEĞERLENDİRDİĞİ GÜN
Sporda birde Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin’in beni Halter Federasyonunda Milli Takımlardan sorumlu as başkanlık görevine resmi bir yazı ile ‘görülen lüzum üzerine’ diyerek görevlendirmesi son derece onur verici idi. O zaman bu spor dalında bir sürü usulsüzlükler yaşanıyordu, şu sporcu şöyle, diğeri böyle, bu bununla ilişki içerisinde, dopingler, dedikodular iddialar başını almış gidiyorken, kızlarımız ulusal televizyon kanallarına çıkıyor birbirlerini ahlaksızlıkla suçluyorlardı. Sayın Bakanın bizi bu şekilde görevlendirmesiyle büyük ve önemli bir görev aldık. Gerçekten çok duyarlı ilgili ilim adamı olan Federasyon Başkanı Hasan Akkuş ile çalıştık. O güne kadar birçok federasyondan teklif gelmişti ama hiç birini kabul etmemiştim. Mesela taekvondo federasyonu Başkanı Metin Şahin hep söyler ‘Nusret abi’yi halterciler kaptı’ diye.
SPOR YAPARAK DİNLENİYORUM, DÜZENLİ BİR
AİLE YAŞANTIM VAR, EN BÜYÜK DESTEKÇİM İSE EŞİMDİR
En fazla spor yaparak dinleniyorum. Gece 11-12 gibi yatarım. Düzenli uyumayı severim. Düzenli bir aile yaşantım var. 15 yıldır akşam yemeğini evde yer, kahvaltıda çocuklarla birlikte olurum. En büyük destekçim eşimdir. Bugüne kadar her şeyi onunla paylaştım. Ona anlatmadığım hiçbir şeyim yok. Evde çocuklarımın yetişmesinde de en büyük emek onundur. Bizim zaman problemimiz var. Her zaman 5 buçuk 6 gibi kalkarım. Gece üçte de yatsam yine aynı saatte kalkarım. Buna Pazar günleri de dahil. Spor yaparak rahatlar ve dinlenirim. Allah’tan istediğim tek şey sağlık ve sıhhat. Artık para pul insanları belli bir noktadan sonra tatmin etmiyor. Çünkü açlık ile tokluk arası sadece bir ekmek. Bazıları bunları bile yiyemiyor. Bundan sonra daha iyi işler daha büyük projeler insana zevk veriyor. Her yapacağım işte bir diğer yapacağım işin, daha iyisini düşünerek planlıyorum. Burada insanlara aş vermek, iş vermek ve güzel projeler üretmek en büyük haz noktası, doyum noktası. Yatırımcılık bir hastalık, bu hastalıktan kurtulmanız mümkün değil, herhalde mezarda son bulacak. Allah’ın izniyle inşallah bu dünyada topluma, vatana, millete hizmet edeceğiz. Allah’a hep projelerimizin sayısını arttırmasını nasip etsin diye dua ediyorum. Ülkeler, müteşebbisler, yatırımcılar ile kalkınır. İşsize iş vererek aş vererek gelişir. Burada Ziya Paşa’nın ve Hz. Hadimi’nin iki sözünü hatırlatmak istiyorum.
Ziya Paşa’nın dediği gibi ‘Ainesi iştir kişinin lafa bakılmaz.’
Hz. Hadimi’nin dediği gibi ‘Kamil insan o dur ki koya bir eser, eseri olmayanın yerinde yeller eser.’ Riskler alınmadan büyük işler yapılmıyor. Anlayışımız bu şehre bu ülkeye kim bir çivi çakarsa Allah ondan razı olsun demektir. Çünkü çivi çakmak için bile bir enerji harcamak gerekiyor.
Bir anekdot aktararak sözlerime son vereyim, bir gün Yılmaz Altunsoy ile bir Avrupa iş seyahatindeyiz ve yolumuz Linz şehrine düştü, ama yol o kadar güzel yerlerden geçiyor ki, Alplerin tepesindeyiz sanki cennet köşesi. Yılmaz Bey bana; “Abi ben sizin yerinizde olsam, işi gücü bırakır gelir buralara yerleşirim, sanki sizin paraya pula mı ihtiyacınız var, zaten taktir eden de yok, ne devlet kıymetinizi biliyor ne de insanlar, ömür çok kısa, bu sıkıntıları çekmeye değmez” dedi, ben de kendisine; “Yılmazcığım bu mal mülk bizim değil ki, biz emanetçiyiz, toplumun ve kapıdaki bekçinin bile bu malda hakkı var, Allah da bunu biliyor o yüzden de bana daha çok veriyor, bu sorumluluk ve yük herkese yüklenmez, bir büyük zatın dediği gibi, ‘Melikin atiyyelerini ancak matiyyeleri çeker’ dedim ve yolumuza devam ettik. Gerçekten de öyle idi, ama bunu anlamak için bu sorumluluğu hissetmek lazım. Rahmetli Sakıp Sabancı nur içinde yatsın, kardeşi Özdemir Sabancı şehit edildiğinde şu sözleri sarfetmişti; “benim kardeşimin kime zararı vardı, binlerce insana iş ve aş vermek için didinip durdu, bizim paraya mı ihtiyacımız var. Özdemir Bey, defalarca Japonya’ya gitti, Japonya’ya bir gidersiniz zevk alırsınız, iki üç zevk alırsınız ama yirmi defa gittiğinizde zevk alma imkanınız yok, Özdemir Bey yirmi defadan fazla Japonya’ya gitti bu Toyota projesi için, ama ne için sadece milletimiz için, şimdi bu muamele reva mı yani. Gerçekten de öyle idi, anlamak için hissetmek lazım.