“Haksızlık karşısında susan dilsiz Şeytan”sa; toplumsal hastalıkları teşhis edip de “nemelâzımcılık” yapan, üstünü örtmeye çalışan nedir, peki?
Burada değineceğimiz konu, konunun ne olduğunu bile söylemeden, emin olun sizin de içinizi acıtıyor. Zaman zaman hayıflanıyorsunuz, tedirgin oluyorsunuz. Etkilenmemeniz mümkün değil; çünkü insan içinde yaşamaya mecbursunuz, insansınız…
BİRİNİN SÖYLEMESİ LAZIM…
-Köre badem gözlü, kele sırma saçlı demek neyi çözer?
-İnsanlar hastalanır da toplum hastalanmaz mı?
-İnsan yolunu şaşırır da, toplum şaşırmaz mı?
-Gün gelir, “pul”, “altın” sanılmaz mı?
-İnsan kaliteli olmazsa, bayındırlık; katlar, yatlar, “marka” giyinmeler anlamsızlaşmaz mı?
ELİNİZİ VİCDANINIZA KOYUN, ÖYLE CEVAP VERİN
Eski on yıllara göre “saygı” görmeniz azalmadı mı? “Sevgi” görmeniz azalmadı mı?
“Büyüğe saygı, küçüğe sevgi” gösterenler parmakla gösterilecek kadar; değil mi? İnsaf, merhamet, erdem, idealizm kavramları demode; “bireycilik”, bencillik; her şeyde “ben merkezli yaşam” çağdaşlık sayılmıyor mu?
Kibarlık, zariflik, insancıllık, “zafiyet”, “banal” diye tanımlanmıyor mu? Adına kısaca “etik değerler” denilen, insanı insan eden “ahlâki değerler” çağ dışı görülmüyor mu?
BİR ZAMANLAR “ADAB-I MUAŞERET” DİYE BİR ŞEY VARDI…
Bir zamanlar bir baba oğul varmış. Baba, oğlunun davranışlarına bakar bakar “Oğlum, sen adam olmazsın” dermiş. Terbiye bâbında elinden gelen ne varsa yapmış; ama oğlu hep aynı…
Yıllar geçmiş “adam olmazsın” dediği oğlu Vali olmuş, paşa olmuş. İçinde, hep babasının sözü; bir yara gibi sızlar. “Oğlum sen adam olmazsın” sözü kulağında. Bir gün, çağırır zaptiyelerini. “Gidin, getirin babamı” der. İhtiyar baba “Vali paşanın huzuru”nda… Vali paşa, oğul makamında iyice kaykılır, ayakta bekleyen babasına; “Baba, sen hep bana, sen adam olmazsın, derdin. Görüyor musun, Vali paşa oldum” der. Baba, hüzünlü bir gülümseyişle “Oğlum, ben sana Vali paşa olamazsın demedim, adam olamazsın dedim. Vali paşa oldun, ama yine adam olamadın” der.
“Adab-ı Muaşeret”i “Görgü”; “Görgü kuralları” diye Türkçeleştirmişler. “Görgü kuralları”, “adab-ı muaşeret” manâsına tam gelmez; ama eksik yanları da olsa öyle kabul edildi.
“GÖK GÖRMEDİK” KELİMESİNİN MÜTHİŞ DERİNLİĞİ
Konya bir “başkent”…
Ahmet Hamdi Tanpınar ölümsüz kitabı “Beş Şehir”de, Konya için “Bir Başkent, devamlı başkenttir” der. Bir “başkent”te bin yılın görgü ve birikimleri ile pek çok tanım ve kavram geliştirilir. “Konyalıca Sözlük”ün en şahane derinliğe sahip kelimelerinden biri “GÖK GÖRMEDİK” kelimesidir.
“Gök görmedik” kelimesi, sonradan görmeliği, öğüncekliği tanımladığı gibi; en çok da “adab-ı muaşeret”ten nasip almamışlığı kapsar.
“Yalak”, “gubuz”, “yallı gidi” kelimelerimiz de bir âlem. Bir “densiz”in bin bir halini damıtılmış bir tek sözcükle ortaya koyan.
“TURFA MÜNECCİM GİBİ, GÖKTE YIDIZ AKARKEN…”
Araba kullanırken, yolda yaya yürürken; dolmuşta, otobüste; bir iş için sıraya girmişken. Daha bin bir yaşam halinde, her gün, öyleleriyle karşılıyoruz ki… Öyleleri ile “muhatap” oluyoruz ki… Kazak Abdal gibi, Kaygusuz Abdal gibi bağırmak geçiyor, içimizden. “Ormanda büyüyen adam azgını” diye.
Çocuklarımız “milenyum”un bütün bilim dallarında dirsek çürütüyor. Kuantum fiziğinden, siber enerjiye; atom fiziğinden, inorganik kimyaya. Uzay mühendisliğinden DNA’nın gizemlerine kadar. Bir yüzyıla bile varmadan, neredeyse herkes doktora yapacak, mimar, mühendis, doktor; bin bir branşta uzman olacak.
Biz, yani “bizim gibi” milyonlar yemesinden içmesinden kesip “Ben olmadım, O olsun” diye; “Benim olamadığımı O olsun” diye bir ömrü “sebil” ediyor. Edecek de…
Peki; şunlara dikkatinizi çekmek gereği duyuyorum. “Adab-ı Muaşeret”ten ne haber? En basitlerinden başlayalım. Çay karıştırmayı biliyorlar mı? Bir bardak nasıl zarif tutulur; biliyorlar mı? Otobüste, dolmuşta yaşlılara, hastalara, hanımlara nasıl davranılır; biliyorlar mı? Nasıl iş istenir, randevularda nasıl davranılır; biliyorlar mı? “Toplumun kabulleri” diye “toplumun kabullerine göre” davranış diye bir şey olduğunu biliyorlar mı?
Zariflik, hoşluk, kibarlık kelimelerine uygun davranışı öğrenmişler mi?
Böyle, bunlar gibi yüzlerce, “insanı insan eden”, insanı “edepli” eden bilgi ve davranışlar hakkında soruları sıralayabiliriz.
“Turfa müneccim gibi gökte yıldız ararken” önümüzdeki “kuyu”yu çocuklarımıza göstermezsek, öğretmezsek niye, kimden şikâyet edebiliriz ki…
“HERKES SERDİĞİ MİNDERE OTURUR”
Sadece Anadolu’da, Anadolu’nun Başkenti Konya’da, başından geçmemiş kalmayan Konyalı; “Herkes serdiği mindere oturur. Saygı gösterirsen saygı görürsün; sevgi gösterirsen sevgi görürsün. Merhamet edersen merhamet ederler. Yardım edersen, yardım ederler” diyor.
Çocuklarımızın mesleki bilgi birikimi, parlak diplomaları onları saygın, kalite yerlere getirmeye yetmedi, yetmeyecek. Bu toplum içinde yaşayacaklarsa, başarılı olmak istiyorlarsa “adab-ı muaşeret”i tam bilmeye ve uygulamaya mecburlar. “Adab”, “edeb” bütün kapıları açan tek anahtardır. Bu yüzyılda da, gelecek yüzyıllarda da bu böyle.
ÖNCE AİLELERE, SONRA OKULLARA DÜŞEN “VEBAL”
“Adab-ı muaşeretsizlik”le “edeb” yoksunu olmakla genç kuşakları suçluyorsanız eğer; aslında kendinizi de suçlamış olursunuz. Zamanında öğretmeyen de, örnek olmayan da “sütten çıkan ak kaşık” değildir.
Boyumuz kadar olmuş çocuklarımıza geçen uzun yıllarda bir “Görgü Kuralları” kitabı aldık mı? Okullarda, öğretmenlerinin düzenlediği toplantılarda fizik, kimya, yabancı dil durumunu öğrenmek için heyecanlanırken “Adab-ı muaşeret” durumunu sorduk mu?
Evde “Adab-ı Muaşeret” üzere bir yaşam yoksa; okulda “adab-ı muaşeret” eğitimi, uygulanan programların “olmazsa olmazı” değilse; neden, nasıl “şekvâcı” olacaksınız ki?
DURUM HENÜZ ÇOK VAHİM DEĞİL, KANIYOR; AMA KANGREN DEĞİL…
OKULLARIMIZA “ADAB-I MUŞERET”İN “MECBURİ DERS” OLARAK KONMASINA NE DERSİNİZ?