ÖKÜZÜN BAŞINI KESMEK

Mustafa Yiğit

“-Ha!... Şimdi kolayını bulduk. Kes öküzün başını!... Kestin mi? Kır küpü! Evet öküzün başı küpten böyle çıkar! Küpü ilk önce feda edip de hiç olmazsa öküzü kurtarmayı akıl edemiyoruz. Nice zamandan beridir yarım tedbirlerle, ilk önce pek pratik göründüğü halde daha sonra takımıyla ters sonuçlar veren yaldızlı pohpohlu teşebbüslere alışmışız. Asırlarca böyle idareler, böyle hükümet adamları elinde kalıp ruh terbiyesi ve yeteneklerimizi geliştirmek konusunda bildiklerimizi de unutmuşuz. Bir halde ki, bu tarz birlikte yaşama, bu gibi siyaset bizde bir anane olup kalmış. Fakat nasıl kalmış? Yabancıların elleri bizi istedikleri noktaya yöneltici bir dizgin, bir üvendire kuvvetinde, saldırısında! İşte bu gelenek etkisiyledir ki, hem küpten hem öküzden oluyoruz. Meşhurdur Hoca merhum, merkebini kaybetmiş, sevinir, hamdu senalar edermiş. Sevincinin nedenini sormuşlar.- Ya ben üzerinde iken kaybola idi ne yapardım? Demiş. Mizahçı saflığında hayran olduğumuz bu zatın şu gülünç cevabında bir hikmet bulunmaktadır. Kendi malını gözetemeyip kaybeden adam, elbette onunla beraber kaybolacak derecede lakayttır, yahut ahmaktır. Artık böyle bir adamın kayıp eşyasını arayıp bulmak amacıyla yorulacağına ihmal verilmez.Biz de şimdi hoca merhuma döndük. Kaybettiğimiz şeylerden dolayı sevinip hamdü senalar etmiyor isek de teselli bulmaya çalışıyoruz. Bilseniz savaşın başından beri, haklın beyinlerine ne bayağı fikirler, ne cahilce yorumlar saçılmış! Karşımızdaki düşmanlardan her birinin beş altı yüz senelik intikam bağı ile üzerimize saldırdıklarını asla düşünmüyoruz.Arada yeni yeni avuntular ortaya çıkmış: -Rumeli gitti! Dediniz mi-İsabet oldu! Sözünü yutarak, ya da kendisinden beklenmeyen bir teessüf ile yorumlamalarından çıkarak:-Zaten bizim mi idi? Biz oranın Anadolu’dan toplayıp senede üç milyon lira verir kiracısı idi, demek isteyenlerimiz var. Söyleyenlerimiz var.”Tarih tekerrür eder derler. Hele bizim tarihimiz çoğu defa tekerrürler tarihidir. Bunca aymazlığın, bunca cehaletin, bunca ihanetin kol gezdiği bir dönemde tarihin tekerrür etmesinden başka bir şey de düşünülemez. Ahmet Rasim yukarıdaki yazısını 1913 yılında, yani Osmanlı’nın Balkanları kaybettiği yıllarda kaleme almış. Hiçbir kayıp Balkanların kaybı kadar etkilememiştir Osmanlı’yı. Evlad-ı fatihan denilen yurtlar bir bir elden çıktığı bu dönemde Tuna adeta kan akmış, Estargon’da rüzgar acı acı esmiştir. Bu bahsi yeniden açmak istemiyorum, ama Balkanların elden çıkması tarihin tekerrürüne iyi bir örnektir Son günlerde yaşadıklarımızı düşündüğümde o dönemlerin bir kopyasını görüyorum. Demokrasi geliyor, çekilin yoldan dan dan dan!Bugün yine bazı aymazlar da Kıbrıs için yukarıda sözü edilen bir tavrın içinde değiller midir? -Kıbrıs gitti! Dediğiniz zaman;-Zaten Kıbrıs bize yüktü, biz gönderiyoruz onlar yiyorlar demiyorlar mı?Yarın Doğu Anadolu, Güney Doğu Anadolu için de aynı şeyleri söyleyecekler. Onların elektrik su parasını biz veriyoruz, adamların vergilerini biz veriyoruz diyecekler. Oraların bir vatan, bir tarih olduğunu unutan cümleler sıralayacaklar. Tarihine ve vatanına sahip çıkmamanın bedelinin ne olduğunu bilmeden konuşacaklar. Çünkü onlar ne Balkan Harbini, ne Çanakkale’yi ne de Kırım’ı bilirler. Bilmek bir şuur ister, onlarsa bu şuurdan yoksundurlar. Çünkü onlar ihanetin yeryüzündeki tezahürleridir. Onların işi kolaydır. Bütün köşe başlarını tutmuşlardır. Kalemşorları her iktidarı şekillendirecek kadar şeytani yeteneklere sahiptir. Geçtiğimiz yüzyılda İngiltere diyorlardı, sonra Sovyetler dediler bugün ise Amerika diyorlar. Onlardan da başka bir şey bekleyemezsiniz, çünkü dedeleri mandacıdır. Kölelik ruhu içlerine kadar işlemiştir. Onlar, demokrasiyi bir atom bombası içinde sunan efendilerine, neden daha etkili, daha çok acı veren ve daha çok çocuk öldüren bombalarla gelmediniz suallerini soracak kadar demokrasi sever bir zihniyetin tortularıdır. Bugün bu zihniyetin mimarları kan ve gözyaşından cennet bahçesi oluşturmayı vaat ediyorlar. Bu zihniyet, evet kan ve gözyaşı cenneti oluşturmuştur. Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar’da gül değil, barut kokmaktadır. Demokrasinin kokusu baruttur, rengi kırmızı. Evet demokrasi gelecek! Savaşta eli ayağı kopmuş, kimyasal silahlar nedeniyle çürümüş, babalarını, eşlerini kaybetmiş bir avuç korumasız zavallının yaşamaya çalıştığı topraklara gelecek demokrasi. Ve geldi demokrasi, çekilin yoldan Irak’ın her caddesinde gözyaşı ve kan...Görünen o ki, AB’ye girme tutkunluğumuzun/rezilliğimizin sonunda bir balkan yenilgisinin acısından daha büyüğünü tadacağız. O zaman da, “Eşeğimiz AB yollarında kaybolabilir, hiç önemli değil, iyi ki biz yokuz üzerinde mi” diyeceğiz. Büyük Ortadoğu Projesinin demokratik ortağı olarak, küpü kırmaktansa öküzün başının kesilmesini mi seyredeceğiz? Evet aymazlığımız, cahilliğimiz ve ihanetimiz devam ettiği müddetçe bu fıkralar ve meseller hayat bulacak. Tarih yine tekerrür edecek. Hayır, hayır. burada tarihe fazlasıyla haksızlık yapıyoruz sanırım. Tarihi yapanlar insanlardır madem, ve son asrımız ihanetler asrıdır madem.. Tekerrür edene tarih değil de ihanet desek daha iyi olmaz mı? Biliyoruz ki, kendi toprağına, kendi milletine ve kendi dinine ihanet edenler sadece beden değiştirmiş olarak hep varlıklarını sürdürecekler. Yine biliyoruz ki, onların karşısında vatanı, dini, milleti için bir hilal uğruna batmayı göze alacak güneşler de her daim var olacaklardır.