Olmaz İlaç Sine-i Sad Pareme, Çare bulunmaz Bilirim Yareme…

Şakir Tuncay Uyaroğlu

Dile kolay… Mensubu bulunmakla ve bir zamanlar öğrencisi olmakla gurur duyduğum Üniversitemde geçen 33 yıl… 13 Haziran 1983’te başlayan, Türkçeyi öğretme ve anlatma sevdası…

Dönemin Selçuk Üniversitesi Rektörü cennet mekân Prof. Dr. Erol Güngör Hocamızın arzusuyla başlayan ilk Türk Dili Okutmanlığı kadrosuna atanmam…

Her cumartesi öğle yemeğinde; her üçü de yılar önce rahmet-i rahmana kavuşan babam ve iki amcamın müştereken işlettikleri mağazamızda Erol Güngör Hocamızı misafir etmek, bizim için büyük bir gurur payesiydi. 1982 Eylülünün Cumartesilerinden birinde, yine Hocamızı ağırlıyoruz ve ben o günlerde Türk Dili ve Edebiyatı bölümü 4. sınıf öğrenciyim. Hayatıma yön verecek ve geleceğimi belirleyecek olan teklifle o gün karşılaştım.

Sevgili Hocam, “Tuncay, 1983-84 öğretim yılından itibaren, YÖK üniversitelerin bütün bölümlerinde Türk Dili dersi okutma kararı aldı. İnşallah, seni bu dersi yürütecek olan okutmanlık kadrosuna alalım.” Dünyalar benim olmuş ve nutkum tutulmuştu. Ne diyebilirdim ki… “Takdir ve teveccüh sizin Hocam, Allah’ın izniyle sizi asla mahcup etmeyeceğim.”

Verdiğim bu sözden altı ay sonra göreve başladım, ancak büyük bir hüzünle. Zira, beni söz konusu kadroya almayı münasip gören Erol Güngör Hocamızın 25 Kasım 1938’de Kırşehir’de başlayan ve dolu dolu geçen ömrü, 24 Nisan 1983’te daha 45 yaşını bile tamamlayamadan İstanbul’da sona ermişti.

Saygı değer okuyucularım, her yeni öğretim yılına daha bir heves ve heyecanla başlarım; inşallah bu sefer gençlerimiz zoru başaracaklar ve çıtayı zirveye çıkaracaklar diye. Kasımın sonu gelip ilk sınavı yapana kadar; bu ümit, bu beklenti devam eder. İlk sınav kâğıtları ve bilmem kaçıncı kez yaşanan hüsran, üzüntü, kahır ve “ Niye böyle oldu?”larla başlayan, sonu bir türlü gelmeyen cümleler…

Hepimizin ortak paydası olan; Devlet dilimiz, ses bayrağımız, kara sevdamız, varlık sebebimiz, beka şartımız, olmazsa olmazımız Türkçemizi anlatıyorum yıllardır; sevgiyle, özenle, gayretle, saygıyla, içtenlikle…

Üniversite seviyesine gelen çocuklarımızın Türk Dili sınavlarından 99 almalarına bile rızam olmadığını ifade ediyorum hep. Ben; Fizik, Kimya, Matematik, İngilizce veya çok zor bölüm derslerinden birinin hocası olsam, elbette çıtayı bu kadar yüksekte tutmazdım.

“Türkçenin çekilmediği yerler vatandır.”, “ Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir.”, “Türk Dili, o kadar mükemmel ve kaideleri o kadar kıyasîdirki, bu dili sanki lisaniyat âlimleri vücuda getirmiştir.”, “Türkçe, ağzımda annemin ak sütü gibidir. “ düsturlarından hareketle bu yüce ve mukaddes davaya gönül veren Şakir Hocanın beklentisi, tabii ki bu kadar yüksek olmalıydı.

Sadece gençlerde mi bîgânelik, vurdumduymazlık, ilgisizlik, basiretsizlik, lakaytlık? Keşke onlarla sınırlı kalsaydı hüzünlerimiz… Daha niceleri var sırada: Gazeteciler, reklamcılar, siyasetçiler ve bilhassa aydınlar / akademisyenler / öğretmenler…

- Soru eki mı/mi’nin ne zaman ayrı, ne zaman bitişik yazıldığını soran akademisyenler / öğretmenler…

- “Hocam; sağlığınız, sıhhatiniz nasıl?” diyerek beni çok zor (!) bir soruya muhatap edenler… (Öyle ya, haydi “sağlığım” hakkında bilgi verdim, “sıhhat”imi nasıl anlatayım?)

- “Benimle” demesi gerekirken, “benlen, benle, benimlen”de ısrarcı olanlar, bunlarla da yetinmeyip; “itibarıyla” güzelliği dururken, ile edatının imlasını hiçe sayarak, “an itibariyle” dedikleri zaman, kibarlaştıklarını ve işi iyi bildiklerini zannedenler…

- Kazı, yıkım anlamlarında kullandığımız “hafriyat”ın yerine, harf bilimi anlamıyla sözlükte kendisine yer bulan “harfiyat”ı baş tacı edinenler…

- Da/de bağlacının olmayan T’li şekilleriyle organik bağlarını koparmayıp, “Gidip tegelmemek, gelip tegörmemek var.” demeyi marifet sananlar…

- Baharın ve yazın içende oturduğumuz, her tarafı açık ancak üstü kapalı ve korunaklı “kameriye”leri, hâlâ “kamelya” zannedenler… (Kamelya, Japon gülü demektir. Latince adı da, “Camelia Japonica” şeklindedir.)

- “İki gözüm önüme aksın.”, “Evlatlarımın mürüvvetlerini görmeyeyim.”, “Oğlumun / Kızımın üstüne yemin ederim.“, “Allah belamı versin.”, “Sabaha çıkmayayım.”, “Günahını çekeyim.”, “Ölümü görün.”, “Ölümü öpün.” ucubeleriyle muhataplarını inandırmaya ve tezlerini ispatlamaya çalışanlar… Ya bir de, - söylemeye utanıyorum, hafazanallah, sözüm meclisten dışarı, evlerden ırak, Allah düşman başına vermesin ve lütfen beni bağışlayın “Anam, avradım olsun.” diye söze başlayanlar ve konuştuklarını zannedenler… Mutlaka bunların hiçbirinin “Ya hayır söyle, ya sus.” Hadis-i Şerifinden haberleri yok. İnsan, kullandığı lafızların nereye gideceğini düşünmez mi? Yunus Emre ne güzel ifade buyurmuş: “Söz ola, kese savaşı; söz ola, kestire başı / Söz ola, ağılı aşı; bal ile yağ ede bir söz”…

- “Muhatap” kelimesini, şeddeli t ile kullanmayı âdet hâline getirenler…

- “İki nokta”nın adını hâlâ “iki nokta üst üste” zannedenler…

- Sanki eğitimin-öğretimin anormali de varmış gibi, “normal öğretim” diyerek bir türlü “birinci öğretim” demeyi düşünemeyenler… (Oysa, biraz mantık yürütebilselerdi işi zora sokmazlardı. Niye “ikinci öğretim” diyoruz, birincisi olduğu için değil mi? O zaman, “normal öğretim” de neyin nesi?)

- Arapça kökenli “müthiş” kelimesinin dehşet verici, korkutucu anlamında kullanılacağını bilmedikleri için, olumlu anlam taşıdığını zannederek olur olmaz her yerde kullananlar… (Dünya tatlısı sevgili öğrencilerim, ne olur benden bahsederken; “Şakir Hoca müthiş bir adam.” demeyin, çok zoruma gidiyor. Çünkü, korku filmlerinden fırlayıp gelmiş bir karakter görüntüm yok çok şükür.)

- Tevazu sahibi, yüreği sevgi dolu, babacan, hatırnaz, hürmetkâr insanlar için kullanılan “mütevazı” kelimesini; birbiriyle ölçülü ve paralel anlamındaki “mütevazi” ile karıştıranlar…

- Sanal âlemde kullandıkları sözüm ona Türkçeyle dertlerini anlatanlar ve sin kaflı küfür sözcükleriyle seviyelerini (!) gösterenler…

- Sıkıntılı, saygısız ve gayri ahlaki tercihleri sebebiyle facebook ve twitter hesaplarımdan kadro dışı ettiğim zaman; bunu bir gurur meselesi yapıp, bana sitem edenler ve çok üzülenler… Sanal âlemdeki paylaşımlarında; başta can damarlarımız, gurur abidelerimiz ve bu müstesna Türk-İslam coğrafyasının asil evlatları olan askerlerimiz ve polislerimiz olmak üzere, insanlara küfreden tiplerden zerre kadar hoşlanmıyorum, nefret ediyorum ve dahi tiksiniyorum. Edep ya hu…

- “Ahlak” kelimesinin yerine, Fransızca olduğunu akıllarına bile getirmeyip Türkçe olduğunu zannederek “etik” kelimesine saplanıp kalanlar… (“Ahlak”ın yerine “etik”i kullanmak, en büyük saygısızlık ve ahlaksızlıktır desem, çok ağır mı kaçar acaba?)

- Bulunduğu makamın ve taşıdığı unvanın hakkını vermeyenler… Ciddi bir üslup sıkıntısı yaşayanlar…

Ey Türkçe özürlüler! Şanlı tarihimiz, asil, necip ve aziz milletimiz, 650.000 kelimelik söz varlığıyla dünyanın en zengin dili olan Türkçemiz sizi asla affetmeyecektir.

Ve sözün özü… “Her yeni günde daha da çıkmaza giren bu meselemizi nasıl hâlledeceğiz?”e kafa yormak, hepimizin asli ve ulvi görevi.

Türk Dili dersinin 33 yıldır bütün üniversitelerde zorunlu ders olarak okutulması; aydınlar ve eğitimciler olarak bizim en büyük ayıbımızdır. Dil meselesini, üniversite seviyesine gelmeden önce çözüme kavuşturmamız gerekiyordu. Ama, madalyonun diğer yüzü daha da düşündürücü. Türk Dili dersi üniversitelerde okutulmasaydı hâlimiz nice olurdu? Bunu dillendirmek bile bizi ürkütüyor. Şayet, şartlar bugünkünden farklı olsaydı; kaybımızın çok fazla olacağı kanaatindeyim. Şimdi, en azından gençlerimize ve bize sunulan bu fırsatı beraberce en güzel şekilde değerlendirerek; Türkçe bulutundan damlalar öğrenmeye ve öğretmeye çalışıyoruz.

Âcizane bendeniz, üzerime düşeni biraz yaptığımı ümit ediyorum.

Yıllardır devam edegelen öğretme arzusu ve iştiyakı, Kon TV ekranlarında izleyiciyle buluşan ve 32 bölümden oluşan “Türkçe Konuşalım.” programı, TRT OKUL için hazırladığımız ve başrol oyuncusu olarak yer aldığım 19 bölümden oluşan “Dil Bilgesi” adlı film tadında dizi program, Memleket gazetemizde 96 haftadır devam eden köşe yazarlığı, ülkemiz için büyük bir fırsat ve kazanç olduklarına yürekten inandığım Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve eski –ama asla eskimeyecek olan- Sayın Başbakanımız Ahmet Davutoğlu Beyefendiler başta olmak üzere, Türkiye’nin mimarlarına takdim etme şerefine nail olduğum “Türkçe Konuşacaksak, Türk’çe Konuşalım.” adlı çalışmam ve iki yıl önce ilk baskısı yapılan “Yükseköğretim Öğrencileri İçin Türk Dili” adlı ders kitabım…

Yapabildiklerim, şimdilik bunlar.

Ne zaman huzurlu, mutlu bir gün geçireceğimi çok iyi biliyorum. Öğrencilerimin sınavlarımda en az 95 puan aldıkları, arkadaşlarımın bayram-kandil mesajlarında “Ben de”nin “de”sini bitişik yazmadıkları ve çevremdeki herkesin bir Türkçe sevdalısı edasıyla konuştukları / yazdıkları gün; benim için muştularla dolu ve dünyaya yeniden geldiğim gündür.

Bir avuç çapulcuya, haine, soysuza, dirliğimize ve birliğimize kasteden dâhili ve harici nifak tohumlarına asla fırsat vermediğimiz, Türk dünyasının ve İslam âleminin liderliğini layıkıyla yürüttüğümüz, terör belasını başımızdan tamamıyla def ettiğimiz gün; bizim bayramımızdır. Bayramımız şimdiden kutlu olsun.

Allah yâr ve yardımcımız olsun.

Kusursuz ve mükemmel bir Türkçe temennisiyle…

Türkçe konuşacaksak, Türk’çe konuşalım.

Yorum Yap
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.