Özlem, hasret, hicran, ayrılık üstüne; “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar…”
-Selçukiler’den kalma gibi, güneye bakan, “kış güneşi”nin ısıttığı bir kerpiç duvara sırtını dayamıştı... Bin yaşında gibiydi, “Dedesinin elleri değmiş” duvarlarını “binbir ricaya” karşı, “Kat karşılığı”na vermişti... Sırtını dayadığı duvarlar, dedesinden babasına, babasından kendisine kalmıştı; “Emanete hıyanetlik olmaz”dı; “-Ben mezara, bunlar bazara” diyordu.
Laf açıldığı için ben Selçuklu’dan, Osmanlı’dan vır vır anlatıp duruyorum. Gözlerini neredeyse örtecek kaşlarının arasından “çini mavi” gözlerinden biri ışıladı. “Tosbağı boynu gibi” kırışık pörsümüş yüzüne bit kadar gülümseme yayıldı... “-Boş ver sen; Gonya’nın bir yanı coşku, bir yanı hüzün.. Bir yanı aşk, bir yanı hicran.. Gerisi hikaye” dedi.
“ÖZLEM”İ, “HİCRAN”I TANIR MISINIZ? “HASRET”İ BİLİR MİSİNİZ?
-Evinin ardında bir bahçesi vardı; orayı eker-dikerdi... “Tevekkül”le gülümserdi; Siz, nasıl geçindiğini sormadan Ona malum olurdu. “-Guzum buranın yazın yeşili kışın kurusu bana yeter” derdi. Teresi, maydanozu, nanesi, terhonu vardı... Kabak, patlıcan, hıyar bostanı, dolama biber, kıl biber ekerdi... “Acı Bahar”da “-Allahım benim için güneyik de, dede sakalı da, acı marulda verir; şu kenarda” derdi. Acı marul, güneyik için; “- Onlar kimsenin değil, Allahım’ın.. İsteyen, kimseye danışmadan toplayıp tuza basarak yer” derdi.
Bir yaz bahçesinde yetiştirdiği kabağı, balcanı, hıyar bostanını yerken; bir kısmını da sebzesi olmayan komşularına götürürmüş; geri kalanı da kuruturmuş; kış için…
Günlerden bir gün bana; “-Sarı Siyid: Niyazım yaşasa senden on yaş büyük olacaktı” dedi. Sonra, uzun uzun sustu; çemberinin ucuyla nemlenen gözlerini sildi; “-Bazen, yaz günü bile olsa vücudum buz gibi donar; bazen kış günü olsa bile ateş kaplar her yanımı... Niyaz’ı, Sarıcalar’da şimşek çarpalı elli yıl olmuş. Tahta kapının arkasına her yıl bir çendik oldu. Gari, Niyazım’ı çok göresim geldi. Onun yanına gitmek istiyorum” dedi.
Kezban Nene’nin duası, “Dua kapılarının açık olduğu bir zaman”a rastladı; “Üç vakit” sonra, Yanık Ses Sokağı’ndan Araplar Mezarlığı’na yola çıktı.
“Yüncü Haceller’in Memed Efendi”, at arabasını koşmuş, yanına oğlu Niyaz’ı bindirmiş, Hacıveliler’de gelin kızı Fatma’yı ziyarete gitmiş... Hacıveliler’de, yani Sarıcalar’da Niyaz’la aynı yaşıt, mahalleden arkadaşı Haydar var... Koşmuşlar kuzuların ardından kırlara… Aylardan “Acı Bahar”... Batı’dan, Sızma’nın belalı dağı “Kızlar Kayası”ndan bir gümbürtü kopar... Gümbürtü koptu mu, ardından şimşek çakacak demektir... Çakar da... Bir şerareli ışık, tam Niyaz’ın üstüne... Sağ omzundan giren ışığın sağ ayak tabanından çıktığını görürler…
Araplar’lı, Yanık Ses Sokağı’nda Yüncü Haceller’in Memed Efendi; sabah güle oynaya yanında götürdüğü Niyaz’ı kucağında Kezban’a getirir.
Bizim oralarda, yani Araplar’da, Yani Sarıcalar’da “Niyazi” yoktur; “Niyaz” vardır. “Niyaz”la, “Niyazi” arasında, şo Takkeli Dağ kadar fark vardır.
“YOLLARDAKİ UFAK UFAK İZLERE, SENİN SANIP, BAKAR BAKAR AĞLARIM”
Yazıya girmeden önce düşündüm; “Özlem’i tanıdınız mı?”; “Hasret”i tanıdınız mı?; “Hicran”ı tanıdınız mı?” diye sorarak başlayayım istemiştim...
Günlerdir başımda bir türkü, peş peşe, belki yüz kere söylediği için; hala “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar; Elli direm fazla gelmiş ayrılık” çınlarken sormayı unutuvermişim... Şimdi soruyorum:
- “Özlem”le tanışır mısınız?
- “Hasret”le günler, aylar, yıllar birlikte oldunuz mu?
- “Hicran yarası” taşıyor musunuz?
-Recaizade Mahmut Ekrem’i, okuduğunuz okullardan tanımanız lazım.. Tanımıyorsanız, bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp... Hemen girin internete; artık yirmi ciltlik ansiklopedilere dalmamız gerekmez.
“Nijad”, Recizade’nin küçük oğludur; Onu kaybeder, en güzel yaşlarında. “AH NİJAD”ı yazar, Nijad’ın özlemiyle, hasretiyle hicranıyla... “-Ya gel bana, ya oraya beni çek” der; “Kefenine dürülür Nijad’ın acısı”...
Hasret beni cayır cayır yakarken
Bedenimde buzdan bir el yürüyor.
Hayaline çılgın çılgın bakarken
Kapanası gözümü kan bürüyor.
Dağda kırda rast getirsem bir dere
Gözyaşlarım akıtarak çağlarım.
Yollardaki ufak ufak izlere
Senin sanıp bakar bakar ağlarım.
Güneş güler, kuşlar uçar havada,
Uyanırlar nazlı nazlı çiçekler...
Yalnız mısın o karanlık yuvada?
Yok mu seni bir kayırır, bir bekler?
Can isterken hasret odiyle yansın,
Varlık beni alil alil sürüyor.
Bu kaygıya yürek nasıl dayansın?
Bedenciğin topraklarda çürüyor
Bu ayrılık bana yaman geldi pek,
Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.
Ya gel bana, ya oraya beni çek,
Gözüm nuru oğulcuğum, Nijad’ım
***
“Ah Nijad”; Recaizade Mahmut Ekrem’in, özlem, ayrılık, hasret, hicran duygularının emsalsiz bir şiiri. Özkan Demirol bestelemiş; hem söylüyor, hem çalıyor... İsterseniz dinleyebilirsiniz.
“ÖLÜM İLE AYRILIĞI TARTMIŞLAR; ELLİ DİRHEM FAZLA GELMİŞ AYRILIK”
“Kadim Türkmen”in ulu Karacaoğlan anlatasın size ölümle ayrılığın mukayesesini…
Seyyah oldum gezdim gurbet elleri
Kar etti canıma yeter ayrılık
Anlatıyım başa gelen halleri
Ölümden çok çektim beter ayrılık
Gurbet eli bizim için yapmışlar
Çatısını çok muntazam çatmışlar
Ölüm ile ayrılığı tartmışlar
Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık
Karac’oğlan der ki telkin verince
Ötüşür bülbüller gonca gülünce
Ben orda yar burda böyle kalınca
İster ölüm olsun ister ayrılık
***
-Okudunuz değil mi? Ne, neden daha fazla ağırmış?
“Ölüm ile Ayrılığı tartmışlar” türküsünü, Ender Balkır’dan dinlemelisiniz. Dediğime kulak asarsanız, hemen, girin internete...
“ÖZLENEN”E, “SEVGİLİ”YE RÜZGÂRLARLA GÖNDERİLEN SELAMLAR
Şurada, az aşağıda bir şarkı vereceğim; adı “Yüce dağdan esen rüzgar”... Şarkıyı Selahattin Pınar bestelemiş; “mahur” bir şarkı... Şarkının güftesini okumadan önce, mümkünse, hemen, “Yüce dağdan esen rüzgârı” Zeki Müren’den, Şeniz Güneş’ten, Turhan Öge’den, Belgin Erol’dan, ya da TRT’nin TSM Korosundan dinleyin.
Size bir sürprizim var. Bu şarkının altında, bütün kaynaklardan “FAKİH FAKILAR” kaydı düşülmüştür; “güftekar” olarak... “Fakih Fakılar; hemşerimiz, Taşkentli FAKİH ÖZLEN’dir. “Müstear ad” kullanmış.
Yüce dağlardan esen rüzgâr
Sevgiliye selam götürür
Yollarımı kesen rüzgâr
Sevgiliye selam götür
Zevk’te eğlence de midir?
Yasta işkence de midir?
Deme gündüz gece midir?
Sevgiliye selam götür
Ufukta servi ağacı
Güneş tırmanmış yamacı
Gurbet acı hasret acı
Sevgiliye selam götür
Araya girse de dağlar
Bizi kara sevda bağlar,
Belki gizli gizli ağlar
Sevgiliye selam götür.
***
FAKİH ÖZLEN’İN KENDİ AĞZINDAN YAŞAM ÖYKÜSÜ
1915 Yılında Konya-Taşkent ilçesinde doğdum. İlkokul Taşkent’te, Liseyi Konya’da parasız yatılı olarak okudum ve Yüksek Mühendis Mektebini 1939’da bitirdim.
Çalışmaya 19 yaşında, 1934’te okul tatillerinde başladım. 1940-1945 arasında, birincisi Gümüşhane-Keltik’te, ikincisini Genel Kurmay Hava Hareket Şubesi’nde olmak üzere iki defa askerlik yaptım. DSİ’de askerlik öncesi ve Askerlik sonrası olmak üzere birer sene çalıştıktan sonra serbest hayata atıldım.
Mühendis ve yüklenici olarak çalışmaya başladım. 1950 senesinde CHP’ye girdim. Sırayla, 1950-1960 arasın Konya CHP il Başkanlığı, 1961-1965 Konya Milletvekilliği ve 1968-1977 arası Konya senatörlüğü yaptım. Parlamento üyeliği dışındaki yıllarda, mühendis ve yükleyici olarak, çoğunluğu Konya ve ilçelerinde olmak üzere memleketin çeşitli yörelerinde yol, içme suları, sulama kanalları, köprüler, hidroelektrik santrali ve bina inşaatlarında çalıştım ve yaptım.
***
-FAKİH ÖZLEN, 12 ağustos 2014de vefat etti.
Çok çok çok meşhur, “ölümsüz” denilebilecek bir şarkısı daha var; Fakih Ağabey’in. O şarkının bestesinin altında da “Güftekar” olarak “Fakih Fakılar” yazar. Şarkı: “Aşk gibi, sevda gibi, huysuz tatlı kadın”...
Bir de, Taşkent’in eski adı “Pirlerkondu”nun internet sitesinde 1953 yılında yazdığı “Köyüm Taşkent’e Gidenlere” başlıklı bir yalın özlem şiiri var. Onu da okumalısın bence...
Sevda kuşanmayanlar anlayabilir mi bu yazdıklarımızı? AhmetHhaşim “O Belde” şiirinde “Melali anlamayan nesle aşina değiliz” diyor.