Dünyada doğum ve ölüm arasında belirli ve sınırlı bir zaman diliminden ibaret olan insan hayatı: Çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerini kapsar. O kaçınılmaz gerçekle hangi dönemde, nerede ve nasıl karşı karşıya geleceğimiz meçhulümüzdür. Bu sebeple Kur’an’da önce ölümün sonra da hayatın zikredildiği şu âyet çok çarpıcıdır: “Ölümü ve hayatı yaratan Allah’tır.” (el-Mülk 67/2) Niçin önce hayat değil de ölüm başa alınmıştır? Aslında hayata anlam katan ölümdür. Ölüm olgusunu içselleştiren bir insan, hayatını disipline eder, amaçlı yaşar. Ölüm, insan hayatına anlam katar. Ölümü unuttuğunuz zaman, ölüm ötesi hayatı ve Allah’ı unutursunuz. İşte materyalist bir zihinle donanan insan, ölüm olgusundan hazzetmemektedir. Sürekli bir kaçış içindedir. Çünkü o, ebedîliği burada, şimdide arar. Mü’min insanda da ebedîlik düşüncesi vardır. Ama o, ebedîlik düşüncesini hayra kanalize ederek ‘öte’de arar. Amel defterinin kapanmaması arzusu yolundaki hayırlı çabalar bunun bir göstergesidir.
Modern dalga, insanı maddi haz peşinden sürüklemektedir. Bütün bir eşyâ, modern kentler, modern tüketim kuleleri, modern araçlar insanı burada var kılmak, sanki buraya mıhlamak için üretilmiş olarak algılanır. Yaşadığımız çağda, manevi hazzı dışlayan maddi hazcılık bir yaşam felsefesi haline gelmiştir. Tamamen insan bedenine yönelik bu haz uğruna bütün sınırların ihlal edilmesi gerekir, mantığı egemendir. Keyf alma uğruna icabında değerlerin bile ipliği pazara çıkarılır. Hayatı sınırlandıran toplumsal, dinî ve ahlâkî tutumlar, hedonist insanın düşmanıdır. Bu sebeple hevâsını ilâh edinen insan, kendisini kontrol etmeye aday olarak gördüğü din ve ahlâkî yapıları düşman bilir ve onlarla mücadele etmek ister. Bu insanın rûh halini şu âyetler çok güzel sembolize eder: “Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkasından çekiştirip kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin vay haline. Malı kendisini ebedi kılmış sanır.” (el-Hümeze 103/1-3)
İnsan ömrü sınırlıdır, ama arzular sınırsızdır. Allah’la bağı kopuk insan, sınırlı ömründe sınırsız arzuların peşinde koşar. Onun için hayat, bir serap gibidir. Hâlbuki serap koştukça insana umut verir, ama yakalanamaz. Öyleyse hazzın psikodinamiği nasıl işliyor? Neden insanlar bu kadar hazza müptela oluyorlar? Bu sorulara bir bilim adamımız şu cevapları veriyor. Anlamlı olduğu için buraya alıyorum:
“Esas itibariyle hazzın psikodinamiği "ölümden kaçış” üzerine temellendirilmiştir. İnsan neden hazza bu kadar müptela olur? Çünkü ölümle baş edemiyordur. Ölümle muhasebesini yapamıyordur. Ölüm onun hayatına yapıcı bir kuvvet olarak giremiyordur. Zaten batı uygarlığının temel kabullerinden biridir bu. Batı medeniyeti ölümün inkârı üzerine kuruludur. Ölümü inkâr ettiğiniz zaman, ölümden sonrasını da inkâr etmiş olursunuz. Eğer bu hayata ölüm ışık tutmuyorsa, bu hayatı aydınlatmıyorsa, bu hayat neyle aydınlatılır? Tabii ki, "vur patlasın, çal oynasın"la! Onlar için hayat her türlü hazzı en kısa zamanda devşirmemizi sağlayacak bir "eğlence mekânı"dır. O halde hazzın önündeki bütün engelleri kaldırmak, ahlâkî bariyerleri yok etmek gerekir. Bunun ruh sağlığı açısından ciddi sonuçları söz konusudur. Meselâ, obesite diye bir problem var. Aşırı yemek tüketme diye bir sorunu var bugünün dünyasının. Yine, madde bağımlılığı bu mantalitenin bir sonucudur. Madde bağımlısı olan kişiler, beyinlerindeki dopamin devrelerine sürekli ödül vermek isteyen insanlardır. Hâlbuki olgun insan, hazzı büsbütün reddeden değil ama hazzı erteleyebilen, gerektiğinde ondan uzak duran insandır. Hepimizin bildiği güzel bir söz var: "Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Pek çok şey hayata bakış açımızla alâkalı. Siz hayatın içinde saklı olan küçük mucizeleri, detayları, sürprizleri görmeye ayarlamışsanız bilincinizi, size bir çiçeğin açışı, bir bebeğin yürüyüşü, mevsimlerin değişmesi, gecenin gündüze inkılap etmesi… Bütün bunlar manevi hazlar verir. Önemli olan, insanın aşkınlığı yakalayabilmesidir. Çok meşhur bir kişilik bilimcisi olan Robert Cloninger, kişiliği dört temel bileşeninden birisi olarak "kendini aşma”dan bahseder. Kendini aşma, kendi benliğinin fevkinde anlamlara yönelebilmek, öteyi aramak demektir. Bu kişiler için hayat biraz da "zafer" değil, "sefer"dir. İnsan bir yerden daha iyi bir yere yolculuk edebilen bir varlıktır. Zaferi önemseyen insanlar, maddi olanın peşinde koşarlar. Seferi önemseyen insanlar, manevi olanın, manevi hazzın, oluş ve tekâmülün peşinde koşarlar. İnsanı insan kılan şey, yolda olduğunun bilincinde olması, hayatı bir bütünlük duygusuyla yaşaması, maddi olanı her zaman elinin tersiyle itmemesi, ama asıl olanın ruhun arayışı olduğunu fark etmesidir. (Bkz. Dr. Kemal Sayar'la "Hazcılık" Üzerine Bir Söyleşi, Ömer Baldık, Zafer Dergisi Ağustos 2006). Bunun ayırdına varanlar için ölüm Mevlânâ’nın tabiriyle Şeb-i Arûs olacaktır.