Avucuma biriktirdiğim küçük çakıl taşlarını, dalgaları ile suyunu ayakuçlarıma kadar getiren denize atıyordum. Deniz büyük bir iştahla ve birkaç saniye aralıklarla aynı işleme devam ediyordu. Dalgalar geri çekilirken kumun üzerinde beyaz köpüklerini bırakıyorlardı. Köpükler kumların üzerinde kısa bir süre duruyor, yeni bir dalga gelmeden önce, hissettirmeden gözden kayboluyorlardı. Kimi zaman rüzgârın etkisiyle hırçın ve kararlı; kimi zaman sakin ve devinim halinde ama dünya yaratıldığından beri devam eden bir hareketlilik.
Denize attığım çakıl taşı “lup” diye ses çıkarttı ve birkaç damla sıçratarak dibe yollandı. “Niye denize taş atıyorsun?” diyen bir ses yankılandı içimde. Açıkçası bu konuda bir fikrim yoktu. Atıyordum işte… İnsanoğlu su topluluğu görüvermesin hemen ilk ulaştığı taşı o su ile buluşturmak ister. Nedir bizi bu hareketi yapmaya iten güdü? O an deniz ile toprak, gözüme iki düşman topluluk olarak göründüler. Deniz, toprağı fethetmek için bütün gücüyle saldırıyor, başarılı olamayarak geri dönüyordu. Fakat başarısızlık denizi pes ettirmiyor bıkkınlık göstermeden ve gücünü toplayarak yeniden saldırıyordu. Belki de her saldırı sonucu bir miktar toprak parçasını koparıp aldığı için iştahı kesilmiyordu. Toprak acımasız düşmanına karşı savunmada kalıyor, rakibinin binlerce yıllık saldırısı karşılığı, kendisinden aldığı küçücük parçayı umursamıyordu.
“İşte bu!” dedim çıkmazdan kurtulmuş edasıyla. Taşı atmamın sebebi bu… Ben saldırgana karşı, kendisini savunanın yanındaydım. Denizin gözüne taşı vuruyordum ki daha fazla toprak parçası çalmasın. Ben yaşamak için toprağa muhtacım. İnsanlar medeniyetlerini kara parçasının üzerinde inşa etmişlerdir. Ayaklarımı üzerinde sağlam hissettiğim kadim dost çekiliverirse tepetaklak olmaz mıydım? Bu düşüncelerin eşliğin elimdeki taşı daha hızlı ve kararlı şekilde denize fırlattım. Yine “lup” sesi ve saniyelik sıçrayan damlalar…
Yanılıyor olamaz mıydım peki? Belki denizle toprak birbirlerini çılgınca seven iki âşıktı. Deniz, sevgilisinin göğüslerine başını yaslamak için uzanıyordu. Dalgalarıyla toprağın saçlarını okşuyordu. Geri çekilirden kumların üzerinde bıraktığı beyaz köpük deniz papatyalarıydı. Papatyaları özenle sevgilisinin kulağına takıyor, geriye dönüp tekrar tazelerini topluyordu. Toprağın papatyaları kurur kurumaz, dalgalar yenisini getirip yerine bırakıyorlardı.
Bu kez içimde kıskançlık fırtınaları kopuverdi. Nasıl olabilirdi bu!.. Deniz benim sevdiğime nasıl, hangi hakla göz koyabilirdi? Toprak alnıma, mürekkebi çıkmayan, solmayan bir kalemle yazılmış yazıydı. Onun sevgisini hiç kimselerle paylaşamayacak kadar cimriydim. Her gün ona dokunmasam, sevgisini hissetmesem, varlığını duyumsamasam benim için hayat bitmiş demekti. Yaratılışımda bile toprağın özü yok muydu? Ben onunla hemhal olmuşum, bir bütün oluşturmuşum. Bu kez dişlerimi öfkeyle sıktım, avucumdaki taşı daha güçlü kavradım ve “lup”… Biraz sonra bir “lup” daha…
Bir el usulca sağ omzumu kavradı. Başımı çevirdim ve göz göze geldik. Donuk bakışlarla buz gibi seslendi.
“Öleceksin!”
“Anlamadım…”
“Sen öleceksin, deniz ve toprak kalacaklar.”
“Ne fark eder?” dedim, “Ölünceye kadar seveceğim.”
“Hıh! Bu bayat sözlerle nereye kadar?”
“Ölünceye kadar!..”