On iki daireli fakir adam

yazar-75

Bakalım, insan ele geçiremediği şeylere karşı ne kadar hırslı, ele geçirdiği nimetlere karşı da ne kadar şükürsüz olabiliyor, bir görelim. Öğle namazını kıldığımız caminin avlusunda karşılaştığım bir zat, beni kendi yaşına yakın görmüş olacak ki, sorusunu şöyle sordu:

– Buralara eskiden gelmişe benziyorsun.

– Evet, dedim. Elli seneyi geçti Yozgat’tan geleli.

– Ben de Nevşehir’den geleli elli seneyi geçti, dedikten sonra hemen ekledi:

– Ne yazık ki ben kafayı çalıştıramadım, ömrüm boşa geçti. İnşaallah sen kafayı çalıştırmış, ömrünü boşa geçirmemiş, köşeyi dönmüşsündür!

– Anlayamadım köşeyi dönme işini, dedim. Elli sene önce gelince köşe mi dönülür?

– Elbette, dedi. Ben buraların elli sene öncesini biliyorum. O zaman tarlaydı şimdi şu apartmanların yükseldiği yerler. Kolayca satın alınırdı buralar. Onun için diyorum, sen erken geldiğine göre arazi almış, belki şu apartmanlar gibi apartmanlar da dikmişsindir buralarda.

– Rabbime şükürler olsun, dedim, kirada değilim. Başımı sokacak dairem var. Bundan dolayı şükür duyguları içindeyim. Kirada olsaydım zorlanırdım diye düşünüyor, hep şükrediyorum. Rabbimiz olmayanlara da ihsan eylesin, diyorum.

İnanmıyor gibi baktı yüzüme. Sonra da kelimelere basa basa sordu:

– Yani senin sadece başını sokacak bir dairen mi var şimdi?

– Öyle, dedim.

– Geldiğin senelerde buralardan üç beş tarla alıp da şimdi daireleri dizemedin mi?

– Hayır, dedim. İstanbul’a 1950’de geldiğimde öyle bir düşüncem de yoktu, imkanım da. Ben buraya okumak için geldim. Cami harabelerinde kalıyor, okumaya çalışıyordum. Başka meselem yoktu o günlerde.

Yüzünü buruşturup dudaklarını büktü. Mazeretimi hiç de meşru bulmamıştı anlaşılan. Derinden bir nefes aldıktan sonra söylenmeye başladı:

– Demek sen de benim gibi kafayı dövüyorsun şimdi!

– Hayır, dedim, ben asla kafamı dövmüyorum. Tam aksine başımı sokacak bir daire ihsan ettiği için Rabbime şükrediyorum. Sen kafanı niye dövüyorsun? Yoksa başını sokacak bir dairen yok mu, kirada mısın hâlâ?

– Yok canım, olur mu öyle şey dedi? Dairelerim var. Hem de en değerli yerlerde. Ne yazık ki, bir türlü ilerleyemedik, on iki dairede çakılıp kaldık, üzerine ilaveler yapamadık. Kafamı dövüşüm bundan dolayı. Vaktiyle ele geçen fırsatları değerlendiremeyip on iki dairede kalışımdan dolayı. Şaşırarak sordum:

– Yani on iki dairenin sahibi olduğun halde mi, fırsatı değerlendiremedim, diyorsun? Elini boşlukta salladıktan sonra:

– On iki daire ne ki? dedi. Aslında ben on iki gökdelenin sahibi olmalıydım şimdi. Gerekçesini de şöyle açıkladı:

– Ben buraların tarla olduğunu, bedava denecek kadar ucuza satıldığını biliyorum! Ama bunu bilmenin bir faydası yok ki şimdi. Kafayı vaktiyle çalıştırmadıktan sonra, kalırsın işte böyle on iki daireyle! Yumruklarsın kafanı durmadan!.. Bir ürperti geldi içime:

– Beyefendi kusura bakma, dedim senin düşüncenden korkmaya başladım. On iki daireye sahip olmuşsun hâlâ mutlu ve huzurlu değilsin. Şükür duyguları taşımıyorsun. Hemen uzaklaşıyorum bu türlü düşüncenin yanından.. diyerek yürüdüm kendi istikametime doğru. O da, sahip olamadığı gökdelenlerin hasreti içinde kafasını yumruklayarak yürüdü kendi istikametine doğru… Yol boyunca Efendimiz (sas)’in ikazlarını düşündüm. Şöyle tarif ediyordu ademoğlunun hırsını.

– Kendi ihtiyarladığı halde hırsı hep genç kalan ademoğulları vardır. Bunların iki dere dolusu altını olsa, yine doymaz da der ki: “Keşke bir üçüncü dere dolusu altınım daha olsaydı!” Böyle insanların gözünü ancak toprak doldurur! Sadaka Rasûlullah.


************************************************** ******
Hakkını helal etsin


Kocadere köyüne büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Sivaslı, kimi Halepli çok sayıda yaralılar getiriliyor. Bunlardan biri, Lapseki’nin Beybaş köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsüne biraz daha tutabilmek isteğiyle komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi gittikçe zorlaşır ama, tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.

“Ölme ihtimalim çok fazla… Ben bir pusula yazdım… Arkadaşıma ulaştırın…” Tekrar derin derin nefes alıp, defalarca yutkunur:

“Ben… Ben, köylüm Lapseki’li İbrahim Onbaşı’dan 1 Mecit borç aldıydım. Kendisini göremedim. Belki ölebilirim. Ölürsem söyleyin, hakkını helal etsin…” “Sen merak etme evladım” der. Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnının eliyle okşar. Ancak az sonra komutanının kollarında kan kaybından şehit olur. Son nefeste bir kez daha: “Ben ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.”

Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaşmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yanında bir pusula. Komutan gözyaşlarını daha silmeye fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve okuduğu yere yıkılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır; ne titremelerine ne de gözyaşlarına engel olamaz.

Pusuladaki not:

Ben Beybaş köyünden arkadaşım Halil’e 1 Mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim“.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.