Omzumuzdaki yükün ağırlığına yüksünmüyorduk.
Bizler orada, o kışın soğuğunda ülkü idealiyle ısınmaya çalışan üç beş genç adamdık…
Türkeş’in bozkurtlarım diye işaret ettiği o bıyığı yeni terlemiş gençlerdik.
Anadolu’nun farklı farklı yerlerinden gelmiştik.
Çoğumuzun ailesi ancak geçinebiliyordu.
Yani seksen öncesinden hiç de farklı değildi durum.
Bizi birbirimizle buluşturan korkularımız değildi.
Bir tarafta yer almazsak bertaraf oluruz meselesi de değildi bizi bir arada tutan.
Ülkücülüğe reaksiyoner bir hareket ithamını yakıştıranlara verilen en büyük cevapta aslında 90’lı yıllarda ülkücülüğe adım atmış bu kuşak...
Sağ sol kavgası yoktu o günlerde.
Ölüm kalım savaşı da yoktu…
Ülkücülük bir zorundalık değildi, bir gönül meselesiydi o yıllarda anlayacağınız.
Seksen sonrası yeni kurulan teşkilatlarda sobalar yeni yeni tutuyordu.
Türk milliyetçisi olmanın, ülkücü olmanın çileye talip olmak, adam gibi durmak olduğunu söylüyordu Türkeş.
Bir şeyin karşısında olmak ya da bir şeyin yanında olmak değil haklının ve hakkın yanında olmak ülküsünü bizlere öğütleyen de oydu.
O bize büyük bir davanın neferlerisiniz diyordu.
Yılmayacaksınız, yıkılmayacaksınız, kendinize güveneceksiniz diyordu…
Üç beş günlük dünya menfaati için inandığınızdan vazgeçmeyeceksiniz diyordu…
Her birimiz onun bu sözleriyle daha da büyüyorduk…
Bizler on sekiz yaşında delikanlılar değildik artık.
Bu sözlerden sonra , bir büyük davanın sorumluluğunu iliklerimize kadar hisseden, önüne çıkarılacak bütün engelleri aşabilecek inanca sahip büyük ve kutlu bir davanın neferleriydik artık…
Bize sizi inandığınız yoldan kimse çeviremez diyordu.
Bu ülkenin gözbebeğisiniz diyordu.
Biz buna inanmıştık…
Çünkü Türkeş söylüyordu bunları…
Tam yirmi yıl önce ülkücü gençler bu duygularla ülkücülüğe adım atmışlardı.
Şimdi de aynı şeyleri düşünüyorlar…
Yirmi yıl önce bütün bunlara yüz çevirmiş olanları da tanıdık o dönemde.
O zaman da eski ülkücü diyorlardı onlara…
Bir şeyi ortaya koymak gerekiyor sanırım…
Bugün ülkücüleri karalama kampanyasıyla yıpratmaya çalışanlar, ülkücülere gazetelerinde sütunlarında saldıran ve kendilerine eski ülkücü sıfatını takınanlar 90’lı yıllarda da ülkücü değillerdi.
Ocağın gecelerinde kendilerine davetiye götürme gafletinde bulunduğumuzda bizlere akıllarınca öğüt verenler, bu davanın bittiğini söyleyenler, bu hareketten bir şey olmaz diyenler de onlardı.
Evet tam yirmi yıl önce onlar kalorifer sıcaklığını, konformizmi yaşamanın hazzındaydılar, tıpkı bugünkü gibi…
Bugün “Rahmetli olsaydı bunlar olmazdı diyenler”, ülkücü hareketin eksenin kaydığını söyleyenler, rahmetli varken ne söylüyorlardı ve ne yapıyorlardı o dönemi yaşayanlar çok iyi bilir.
Onlar o zaman da tıpkı bugünkü gibi ülkücülüğü ve ülkücüleri eleştiriyorlar, merkez sağ partilerin ideologluğunu yapıyorlar, dört eğilimli yeni sağa methiyeler düzüyorlardı.
Ülkücülere takındıkları tavır dün neyse bugün de aynı…
Geçmişteki ülkücülüklerinden pişmanlık duyduklarını gazete köşelerinde ifşa ediyorlar, ülkücü hareketin demode olduğundan dem vuruyorlar, adeta günah çıkarıyorlardı o zaman da.
Onlar seksen sonrasında zaten ülkücülüğü yemin billah ederek bırakmışlardı.
Geçmişte ülkücülerle hiçbir şekilde irtibatı olmamış, hatta Türkeş’e nefretle bakmış bir takım yayın organlarında bugün ülkücülere ülkücülük dersi vermeye kalkanların son yirmi yılda ülkücülüğe dair bir tek faaliyetlerinin olduğunu söyleyen varsa beri gelsin.
Bugün ülkücülüleri ve ülkücülük adına tavır koyan kurumları eleştirirken “Rahmetli olsaydı bunlar olmazdı diyenler” rahmetlide en büyük hayal kırıklığını yaratanlardı.
Bu sözü söyleyenlerden kaçı son yıllarında Türkeş’in yanındaydı bir düşünün...
Hiçbiri…
Türkeş’in 14. ölüm yıldönümünde O’nun adını kullanarak ülkücüleri eleştirmeye kalkanlara kendilerinin son yirmi yılda nerede durduklarını hatırlatmak herhalde en büyük borçtur…
Ve Türkeş’i en güzel şekilde anmaktır…