Toplumsal barış ve huzur ayaklarımızın altından kayıp gidiyor. Etrafımız ateş çemberine dönüşmüş durumda. Hem içeride hem de dışarıda makas gittikçe açılıyor. Ezilenler daha çok eziliyor.
Ortak değerlerin, toplumun tamamına hâkim kılınmasıyla eski ve yeniyi birlikte yaşatabileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. Biliyoruz ki toplumsal uçurumlar, toplumsal barışın ve ortak değerlerinin de erozyona uğramasına yol açar. Toplumsal uçurumları ortadan kaldırmak ve ortak konsensüsü sağlamak için, ortak değerleri güçlü kılmalıyız ki, kültürün manevi unsurları olan kültür enstrümanlarını en iyi biçimde yaşayanlar milli hafızayı da en canlı şekilde tutabilsinler.
Yeni binyılda önümüze çıkan gerçek, teknolojik ilerleme ile birlikte yeniden şekillenen bir toplumsal yapıyla karşı karşıya kalmamızdır. Buna dayalı olarak, toplumun harcını oluşturan bireylerin aidiyet bağlarının şekli de komplike bir ilişkiler ağına dönüşmüştür. Öyle ki; Türk toplumunun genel karakteristiği olan güçlü aile bağları, dayanışmacı anlayışının göstergesi sayabileceğimiz komşuluk ilişkileri, kentleşme ve sanayileşme ile birlikte eski anlamını ve toplumdaki etkisini yitirmiştir.
Buna baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojik yenilik ve bununla birlikte anılan globalleşme de eklenince, kendimizi hem birey hem de toplum olarak konumlandırmakta zorluk çekmekteyiz.
Biz nereye aidiz? Biz kimiz… Bu soruları sorar olduk.
Oysaki hafızalarımızı yoklamalıyız. Ve kim olduğumuzu yeniden keşfetmeliyiz. Üzerimize çöreklenen kompleksten kurtularak, binlerce yıldır tarih sahnesinde yer olan ve geniş zamanlara damgasını vurmuş büyük bir medeniyetin çocuğu/bakiyesi olan bizler, muhakkak ki yeni binyılda da kendine layık bir yer edinmek iddiasında olmalıyız. Bu nedenle, yenidünyada ve yenidünyanın sunduğu/dayattığı sistemde bizim de söyleyecek sözlerimizin olmasını istemek için onurlu bir duruş sergilemek zorundayız.