Olmuştu işte. Sokaklarda büyük bir keyifle koşuyordum. Yıllardır hayalini kurduğum bu manzaranın gerçekleşmesinden dolayı büyük bir sevinç dalgası kaplamıştı içimi. Bazıları için saçma bir düş, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayaldi. Çocukça bile olsa benim için çok önemliydi ve olmuştu işte. Şehrin bütün kaldırımları yeşile boyanmış, evleri çevreleyen havlu duvarlarına çeşitli ağaç figürleri çizilmişti. Binaların yüzeyi ise irili ufaklı rengârenk çiçek desenleriyle donatılmıştı. Yol kenarlarına, parklara ve evlerin bahçelerine gerçek ağaçlar, gül, sarmaşık, karanfil ve lale gibi çiçekler ekilmişti. Gerçek ve çizilmiş bitkiler tam bir renk cümbüşü oluşturmuşlardı. Her yer çok muhteşem görünüyordu. Sanki mucizevî bir bulut şehrin üzerinde çökmüş, ardında bu hoş tabloyu bırakarak geri çekilmişti.
Tüm uluslararası yerli ve yabancı medya haberinde ve özel programlarında şehrimizden bahsediyor, muhabirlerini daha geniş haber ve görüntü alabilmek için apar topar ilçemize gönderiyorlardı. Bu muhteşem görüntüyü kaçırmak istemeyenler bizzat kendileri şehrimize geliyor, gördükleri manzara karşısında hayretlerini ve takdirlerini gizleyemiyorlardı. Yeşilliklerle bezenmiş şehrimizin adı tüm dünyada duyuluyordu. Şimdiden bir isim takılmıştı bile; “Orman Şehir” olmuştu. Ben büyük bir heyecan ve gurur duyuyordum.
Bu hayali kurmama sebep olan birbirinin kopyası, görselliği olmayan evler ve giderek kaybolan mimarinin özlemimiydi, yoksa gün gün eksilen yeşil alanların üzüntüsümüydü bilmiyorum. Her geçen gün biraz daha betonlaşıyordu sokaklarımız, soluk alamıyorduk. Çimenlerin kokusunu duymak, kuş cıvıltılarıyla uyanmak istiyorduk. Terimiz toprağa karışırsa anlam bulur diye düşünüyorduk.
Soyu giderek yok olmaya yüz tutan bir canlı gibi yok oluyor mimarimiz. Bırakın yaşadıkları şehirleri, gittikleri her yeri bir genç kızın özenle işlediği çeyizlik danteli gibi bezemeyi adet edinmişti atalarımız. Dünyanın birçok bölgesine eşine az rastlanır eserler serpiştirmişlerdi. Geniş saçaklı, ahşap, taş ve kerpiç kullanılarak yapılan göz alıcı evler yükseliverirdi hemen konakladıkları yerlerde. Kesme taş ve ahşap oymacılığının kucaklaşarak, çeşitli süslemelerle doyulmaz bir ahenk oluşturduğu camiler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, türbeler, çeşmeler, topraklara renk katardı.
Mimari dediğimizde Osmanlı ve Selçuklu eserlerine sığınmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Nereye kadar? Bugün mimarlık denen bir meslek var ama ortada işte tarihimizi kültürümüzü yansıtan mimari eserlerimiz bunlar diyebileceğimiz yeni bir mimarimiz yok. Sahip olduğumuz bu mirası da ilgisizlikten ve bakımsızlıktan hızla tüketiyoruz. Hep eskilerin doğaya yeterli önemi göstermediğinden, ormanları ve diğer ağaçlık alanları yok ettiğinden bahsediyoruz. Ancak çevremize, bahçelerimize birkaç ağaç ve çiçek ekme zahmetinde bulunmuyoruz. Çocuklarımız bizden kaybolan mimari ve doğanın hesabın sorduğunda atalarımızı şikâyet ederek kurtulamayacağız. Mazeretlerimizle tükeneceğiz.
Kim bilir belki bir gün benim bu hayalim gerçek olur. Yaşadığımız toprakların tüm binalarının yüzeyi rengârenk çiçeklerle, bahçeleri de gerçek çiçek ve ağaçlarla donatılır. Şehirlerin yönetiminde söz sahibi olanlar bu konuda bir karar alabilirler(mi) ? Bilmiyorum. Ama biraz daha geç kalırsak ruhlarımızın da betonlaşacağını biliyorum.