AİHM güya devletlerin iç hukuklarının gerçek manada insan haklarına uygun olup olmadığını denetlemek üzere kurulmuştu. Onun işi bir devletin uygulamalarının kendi iç yargı silsilesi içerisinde, eldeki kanunlara/mevzuatlara uygun olup olmadığını denetlemek değil; bizzat kanun ve yönetmeliklerin de insan haklarına uygun olup olmadığını denetlemekti. Öyle davranmadı…
AİHM (ve aslında tüm mahkemeler) devletlerden, devletlerin yöneticilerinden ve resmi ideolojilerinden bağımsız olmalı. Çünkü mahkemeler, sadece ve sadece adaleti temsil ve tesis etme amacında iseler, ‘gerçek mahkeme’ olabilirler. Mahkemeler, bir ideolojiyi, bir devleti korumak için çalışıyorlarsa, tarafsız olmaları mümkün değildir; Olsalar olsalar adı koyulmamış ‘devlet güvenlik mahkemeleri’ olurlar. Oysa iyi bilinen bir gerçektir ki, çağımızda (ve aslında her çağda) en büyük hak ihlali devletler tarafından yapılmaktadır.
Şimdi, birileri, hemen ‘devletlerin kendilerini koruma hakları’ndan bahsetmeye kalkmasınlar. Ne alakası var, bir kişinin kendisine kılık kıyafet seçmesi ile/din seçmesi ile devletin bekasının? Modern anlayışa göre ‘devlet’, ‘bir dinin nasıl anlaşılacağı’ konusunda, ‘kişilerin nasıl bir tanrı inancına sahip olacakları’ konusunda, bir teklifte dahi bulunmaması gerekirken, bırakın teklifi, haddi aşıp, zorlamada bulunuyorsa, orada, toplumsal mutabakat ürünü bir devletten bahsedilemez. Orada, bir şekilde yönetimi ele geçirmiş bir etnik veya dini yahut felsefi azınlığın tahakkümünden bahsedilebilir. Bu tahakküm, etnik azınlık söz konusu olduğu zaman hemen göze batar ve anlaşılabilir olurken (eski Güney Afrika Beyaz Yönetimini hatırlayalım) felsefi bir azınlık olduğu zaman o kadar duru anlaşılır olmamaktadır. Ancak, eski Osmanlı toprakları üzerinde tesis edilen irili ufaklı birçok devlet/rejim göz önüne alındığında felsefi bir azınlık zümrenin hâkimiyeti çok güzel anlaşılır olacaktır. Bu ülkelerin hemen hepsindeki bu ‘azınlık diktatoryası’ maalesef halklarına karşı Batı’dan gizli açık her yolla destek almakta ve böylece ayakta durmaktadırlar. Bu diktatoryaların, Batı ile karşı karşıya geldiği hiçbir husus, konumlarının gayrimeşruluğunu sorgulamaya yönelik en ufak bir ima bile taşımamaktadır; olsa olsa bu karşı karşıya geliş taşeronu oldukları Batının zihni/fikri ve maddi hâkimiyetini pekiştirmedeki gönüllü ama beceriksiz tutumlarına ilişkindir.
İmdi, hal böyleyken, kimi sözde insan hakları mahkemelerinin, taşeronların nisbî hâkimiyetlerini tartışılır hale getirecek bir karara imza atmalarını beklemekle, hata ettiğimizi söyleyerek, toparlanma sürecimizi başlatabiliriz.
Başkalarının tasdik etmesini umduğumuz bu hak (aslında görev), bize, Hakk tarafından verilmiştir. Ve bunun karşısında yer alan hiçbir akıl yürütme, hiçbir surette, geçerli değildir! Biz, bu hakkı, kendi şerefli direnişimizle elde edeceğiz! Mazlumun yönü saptırılmamış meşru direnişinin önünde hiçbir kuvvet duramaz. Kırmadan dökmeden, terörize olmadan ve terörize etmeden, ökçelerimiz üzerinde geri dönmeden dimdik duracağız! Taşeronların sahipleri ve taşeronlar, kuklacılar ve kuklalar mutlaka açık düşecekler, ayan olacaklar ve mutlaka mağlup olacaklar! ‘Üzülmeyelim, gevşemeyelim; inanıyorsak mutlaka galip geleceğiz!’.
‘Özgüven’ diyorlar, böyle bir tabir var… Özgüven, mü’min için ‘sağlam ve kavi iman’dan başka bir şey değildir! Bunu, önce biz böyle bilelim. Gerisi biiznillâh kolay!
* * *
Meşguliyetim arttığından, en azından bir süre, yazılarıma düzenli olarak devam edemeyeceğim. Kısmet olursa, arada bir yazı göndereceğim. Sansürsüz, edepli ve şerefli bir yazma ortamı oluşturan gazete yönetimine, yazılarımızın baskıya hazırlanışında emeği geçen gazete çalışanlarına ve bizi okuyan tüm değerli kardeşlerimize gönülden teşekkür ederiz.