Bilindiği gibi ünlü sosyolog Max Weber (1864-1920) klâsik tezinde, endüstriyel kapitalizm geliştikçe asketizmin· önemini yitireceğini ve dünyevileşmenin kaçınılmaz olacağını vurgulamıştır. Gerçekten de, Batı dünyasında Protestan ahlakı, paylaşmayı devre dışı bırakarak, salt tasarrufu teşvik etmek ve servet birikimini artırmak adına meşrulaştırıcı ve kalkınmacı bir araç olarak dünyevileşmenin önünü açmıştır.
İslam da çalışmayı emreder, ama İslam servetin belirli ellerde tekelleşmesine karşıdır. (Haşr 59/7). S. Nursi’nin dediği gibi İslam, “benim, karnım tok başkaları bana ne?” anlayışını ortadan kaldırmak için bir paylaşma ahlakı olan zekâtı farz kılmış; “sen çalış ben yiyeyim” anlayışını tedavi etmede de ribayı yasaklamıştır.
İslam, paylaşma eksenli olmayan Protestan ahlakının aksine, tasarruf ve biriktirme odaklı tekelleşmeyi önlemek için mevcut sermaye birikimini üretime dönüştürür ya da zekât vermek ve infakta bulunmak gibi, servetin toplumsal hayatta ihtiyaç sahiplerinin ekonomik anlamda güçlendirilmelerinde kullanımına yönelik teşvikte bulunur. İslam, insana ekonomik teşebbüs özgürlüğü verirken, bir yandan da tekelciliğin gelişmesini kontrol eder, denetler. Çünkü paylaşama ahlakına dayalı manevî öğelerden arındırılmış bir dinî anlayışın, Protestan Hıristiyanlıkta yaşandığı gibi, vahşi kapitalizmin cazibesinden yakayı kurtarması zordur.
İslam düşüncesinde emek, kutsaldır. Kur’an’da birçok âyette Allah’ın çizdiği sınırlar (hudûdullah) doğrultusunda, kişinin özel mülkiyete sahip olma hakkı vurgulanır. (Bakara 2/179). Bu özel mülkiyet hiçbir zaman insanı, kendisinden ve ortak kaderi paylaştığı toplumundan koparmamalıdır. Aksine, başkasının mülkü ve kölesi olma duygusu, insanı, kendisine ve toplumuna yabancılaştırır. İslam inancına göre, bir kimsenin, “bu benim malımdır” demesinde bir sakınca yoktur ama “ben malıma aidim” demesi doğru değildir.
İslam, mü’minin eşya ile olan ilişkisini kesmez; insanın eşyaya karşı olan aşırı düşkünlüğünü terbiye eder. Böyle bir terbiyeden geçen müslümanın, artık herhangi bir serveti cebinde taşıması ve avucunda taşıması caizdir. Ama kalbinde taşıması la yecûz, câiz değildir. Çünkü kalbe servet egemen olduğu zaman, insan onun emrine girer ve hevâsının yönetim ve denetimi altında yürür. Böyle bir kimsenin Allah’la ilişkisi tartışmaya açıktır. Onun için eşyaya egemen olan kimse, manevi özgürlüğünü elde etmiş, eşyanın kendisine egemen olduğu kimse ise tutsaklığa düşmüştür. İşte İslam, mü’mini paylaşma ahlakıyla eşyanın tutsağı olmaktan kurtarır. Eşyaya tutsak düşen bir cimrinin Allah yolunda harcaması, çevresindeki yoksul ve çaresizleri düşünmesi mümkün değildir. Git gide onun kalbi katılaşır ve müstekbir niteliğe sahip bir kimse olur. Artık eşya, o kimseyi nefsanî hazların peşinden umutsuzca koştukça koşturur.
Gönlü Allah’tan kopuk insanlar ne kadar varlık içerisinde yüzerlerse yüzsünler, açtırlar, doymazlar. Maalesef yaşadığımız çağda vahşi kapitalizmin pençesine düşen mü’minlerin çoğu, seküler bir ruhla donanmış ve neticede infak ve bunun doğurduğu bir sonuç olan sosyal yardımlaşma ve dayanışma eylemini terk etmişlerdir. Bu yeni durum: “Mutfak, tuvalet ve banyo” arasında yeni bir yaşama alanı oluşturmuştur. Globalleşme ile birlikte bütün dünyayı etki alanına katmak isteyen modern proje, Müslümanları da etkilemiştir. Son zamanlarda Müslüman kesimde ahlaki anlamda yozlaşma ve savrulma şeklinde tezahür eden dini ve sosyal alanda gördüğümüz olumsuz değişim örnekleri bunun yeni kanıtlarıdır.
· Çilecilik, dünya nimetlerinden el-etek çekme.