Portekiz'in anlamı Fransa'da değişti
Mariana Acoforado, aşkın efsaneleştirdiği belki de aşkı efsaneleştiren bir kadın. Bir yerin ismini aşk mektubu manasına dönüştürecek kadar tesirli bir aşk hikayesinin beri tarafında duran kadın. Bir manastırın balkonunda başlayan aşk hikayesi bakın nasıl meydana gelmiştir:
Mariana’nın yaşadığı kadınlar manastırının yakınındaki garnizonun subayları, at binmekteki hünerlerini yarıştırarak eğleniyorlardı. Manastırın balkonundan onları izleyen yirmi altı yaşındaki Portekizli rahibe, içinin ışıkla yıkandığını hissetti. O güne kadar hayatını kutsal aşka adamış olan genç kadın yalnızca o topluluk içindeki subaya duyduğu aşk kutsallaşacaktı kendisi için. Balkondan izlediği subay atını zor bir geçide sürdüğünde endişeyle yüreği sıkışır. Daha yeni gördüğü o subaya öyle yakın hisseder ki kendini adeta, subayın az önceki yaptığı küçücük bir hareket bile, onu subayın başına bir şey gelebilecek endişesine duçar etmeye yeter de artar bile… Bu genç subay Fransa’dan Portekiz’e İspanyollara karşı savaşta destek olmaya gelen subaylardan biridir. Delikanlı bu at gösterisini Mariana’nın hoşuna gitmek için yapıyordu zaten. Ve nihayet “soylu subay” bunu başarır… Ancak subayın fethedeceği şeyler sadece bir güzel kadının yüreğinden ibaret değildir. Başka diyarlara başka ülkelere gitmeli ülkesi için başka yerler hatta ülkeler zapt etmelidir. Ve Mariana’yı terk ederek ülkesine doğru yol alır. Mairiana, bir başyapıt olacak ve bir gün bu “Portekiz Mektupları” namıyla anılacak, hatta gün gelip yaklaşık üç yüz küsur yıl sonra bir gazetede, yazma okuma ve öğrenme adına emekleyen fakirin köşesine konu olmaya kadar varacaktır. Bu mektuplardan birinde şöyle sitem eder Mariana Acoforado:
“Aşk tek başına aşk doğurmuyor sizi seveyim istiyordunuz; bu hedefi bir kere belirledikten sonra, ona ulaşmak için yapamayacağınız şey yoktu; gerekseydi beni sevmeye bile razı olurdunuz; ama zaferi sevmeden de kazanabileceğinizi aşka hiç de ihtiyacınız olmadığını anladınız; ne alçaklık!”
“Portekizli bir rahibenin kendisini terk edip ülkesine dönen soylu sevgilisine yazdığı ve aşkın bütün hallerini anlatan beş mektuptan ibaret roman ilk kez yayımlandığı 1699 yılında büyük bir ilgiyle karşılandı, bu ilgi kuşaklar boyu onu bir başucu kitabı haline getirerek eksilmeden devam etti. Öyle ki yüzyılın sonlarında ‘Portugaise (Portekiz) kelimesi Fransızcada aşk mektubu anlamında kullanılmaya başlandı.”(1)
Gerçekten böyle bir kadın yaşamış mı? Onu bilemeyiz. Belki de yazarı tespit edilemeyen bir eserin aidiyetini ifade sadedinde kurgulanmış bir efsane de olabilir bu anlatınlar; ama kitaptan alınan yukarıdaki bir parçanın satırları arasında, bu yürekteki yangının kokusu duyulabiliyorsa şayet, bu olayın böyle ya da başka türlü yaşanmış olmasının ne ehemmiyeti var? Önemli olan yaşanmış olması değil mi? Hem de öyle bir yaşanmışlık ki sesi ve şekli ile Portekiz olan “Portekiz” sözcüğü bile mektubun gittiği ülkeye ait olan dilde “aşk mektubu” manasına bürünüveriyor.