Yaşanan dindarlıkların, farklı karaktere sahip olan Müslüman toplumların yorumlamalarına göre mutfak kültürlerinden tutun da folklorik yapılarına varıncaya kadar bir kültür deseni çeşitlemesi oluşturduğundan söz edilebilir. İşte bu açıdan din ve dinin şekillendirdiği kültür o kadar iç içe girmiştir ki, birini diğerine feda etmek mümkün değildir. Çünkü din, kültür olaylarının tüm alanlarına yansımıştır. Coşkulu bir şekilde yaşandığı bir toplumda din, kültür kimliğini ve toplumun benliğini yabancılaşmaktan korumada çok önemli bir işlevselliğe sahiptir. Dinin fert ve toplum hayatından zayıflatıldığı ya da uzaklaştırıldığı dönemlerde, sosyal hayatın değişimi ile birlikte kültürel değişimi de kaçınılmaz olacaktır. Çünkü asimile olan bir insan, kendi kökenini, milletinin sürekliliğini sağlamada kültür ve karakter dokusunu oluşturan özelliklerini yitirir. Böylece kendi var oluşunu sağlayan epistemik kodlarından kopan ve yabancı kültürlere açık olan şahsiyetler, milletinin öz değerlerinden nefret etmeye başlar. Halkının tarihi, dini ve dinle yoğrulmuş kültürel değerleriyle barışık olmayan fertler daima şahsiyet krizi yaşar, içinde başka bir kişinin olduğunu tahayyül eder.
21. yüzyılı idrak ettiğimiz şu tarihi dönemeçte bütün çeşitleriyle dinlerin yeniden dünyada yükselen bir değer olarak öne çıkmaya başladığını görüyoruz. Bu durum medeniyetler tarihi üzerinde çalışan P. Sorokin’in; “toplumlar, maddi, pagan bir kültürden, aşkın, kutsal ve ruhani bir kültüre doğru giden süreklilik çizgisi izler” tezini doğrulamaktadır. Gözden ırak tutulmaması gereken bir husus, medeniyetler ve kültürler arasındaki bu ayrışmada dinin yükselen belirleyiciliğine duyarsız kalmamaktır. Dine dönüş çabalarının teolojik açıdan izahı, insanın gerçek tabiatının taleplerine göre hareket etmesi değil midir? Çünkü maneviyattan uzaklaştırılmış insan yüreğinin uzun müddet dindışı sâikleri ön plana çıkarmış insan merkezli bir dayatmaya tahammülü yoktur. Bu yönüyle halkımızın dinî yoğunluğunun yaşandığı mekânlar arasında gelen camilerimizde kılınan beş vakit namaz ve cuma namazlarına ek olarak ramazan ayına özgü kılınan teravih namazlarına büyük teveccüh gösterilmesi, halkımızın dinine bağlılığının en büyük kanıtıdır. Her akşam teravih öncesi camilerimizin minarelerinden yükselen salat ü selamlar peygamberimize bağlılığın bir alamet-i farikası olurken, teravih namazı öncesi, arası ve sonlarında okunan ilahi ve kasideler dinle örülmüş kültürel varlığımızın ana simgesidir. Buna Kadir Gecesi’nde okunan mevlid-i şerifleri de eklemek mümkündür. Şüphesiz belli bir makamda icra edilen, ezanlar, mevlitler, salalar, ilahi ve kasideler, yaşayan kültürümüzün bir parçası olarak ibadet hayatımızın coşkusal bir boyut kazanmasına hizmet etmektedir. Hele hele gerek camilerde ve gerekse evlerde okunan mukabeleler dinî yoğunluğu daha da artırmaktadır. Geçmişte belli bir tarihsel dönemde manevi değerlere savaş açılan Balkan ve Kafkas coğrafyalarında, bugün hâlâ ramazan coşkusu yaşanıyorsa bunu İslam dininin yaşatılan kültürel boyutuna borçluyuz. Yine hâlâ yaşadığımız çağda evrensel manevi ve ahlaki değerler dünyada sömürgeciliğin ve hele hele kültür sömürgeciliğinin her çeşidine karşı direniş ruhu aşılıyorsa, bunun sebeplerini bireye irade hürriyeti veren İslam’ın temel dinamiklerinde ve değiştirici davranış kalıbı olan kültürel dokusunda aramalıyız. Yaşadığımız dünyada Türk Cumhuriyetleri ve Müslüman ülkeler arasında; ticaret, sanayi, sanat, edebiyat ve kültür alanlarında bizi ortak işbirliğine sevk eden itici güç, işte aynı dine, bu dinden beslenen ortak kültürel motiflerine ve tarihi değerlere sahip olmamızdan kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, din, insanlık için vazgeçilmesi mümkün olmayan bir kurumdur. O, insanlıkla birlikte doğmuş ve onunla birlikte devam edecektir. Ramazan ayında dolu dolu yaşanan dinî hayat, kültürel varlığımızın oluşmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Bu sebeple, zaman bakımından çevrimsel bir özellik taşıyan ramazan ayı, işte sanat, edebiyat, estetik, musiki, giyim tarzları, mutfak kültürü ve birtakım gösteri sanatları gibi insan hayatının bütün evrelerine kültürel açıdan damgasını vurmuştur. Bizi birleştiren ve bütünleştiren bu kültürel varlıklarımızı korumak ve muhafaza etmek, hepimizin boynunun borcudur. Eğer toplumun vicdanı, sağlam kaynaklara dayalı ve dini doğru anlayan eğiticiler tarafından doğru din eğitim ve öğretimi ile beslenirse, din bütün zamanlar için insanlık tarihinde manevi ve ahlaki bir zabıta sistemi oluşturabilir. O halde millet olarak, yeniden sosyal, siyasal, ekonomik, fikri, ilmi ve dini alanlarda gelişmeci bir tavır sergilemek suretiyle çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak istiyorsak, yeniden kültürel kimliğimizin köklerine dönmekten başka çıkar yolun olmadığını bilmeliyiz.