Ne kadar şükretsek azdır ki Allah bir kere daha bize bu rahmet ayına ulaşmayı ihsan buyurdu. Her insan Allah’a yakınlığı nispetinde bu ayın manevi atmosferinden mutlaka istifade eder. Ama bu istifadenin yanında bizler bu ayın bir fırsatlar ayı olduğunu da unutmamalıyız. Tabi dünya hayatında her bir gün, -iyi veya kötü- her insan için, önüne çıkacak fırsatlar adına hayat denizinin bir parçasıdır. Ama ben fıtrat itibariyle iyiliğe meyilli doğruluğa programlanmış hiç değilse programlanmaya azmetmiş insanları muhatap seçerek kaleme alıyorum bu yazımı… Her şeyden önce hoşgörü ve sevgi sultanı Mevlânâ diyarının insanları olarak, içinde bulunduğumuz bu manevi havanın da hakkını verme adına neler yapabiliriz ve bereket adına huzur adına, her Mü’min’in yitiği olan affa ve mağfirete nasıl ulaşabiliriz. Bunu düşünmek ve bunun yollarını aramak gereklidir.
Yaşlılarımız âhiret kapısında, Allah’a ve Resul’üne ve göçüp giden dostlarına kavuşma adına, vuslat koridorunda ibadetle meşgulken, aile fertleri böyle bir ayda birbirlerinin manevi eğitimi ile meşgul ve birbirlerini anlama ve birbirlerine saygı duymada biraz daha hassas olma noktasında adeta bir aile semineri havası içerisinde kendilerini etüt edebilirler. Örneğin aile ahlakı, Peygamber sevgisi ve İman hakikatleri etrafında yazılmış eserlere ailece günde bir hadi olmadı yarım saatlerini ayırabilirler. İnanın bu da hiç zor değildir. Ramazan nasıl ki kötü alışkanlıklardan kurtulmaya bir vesile ise güzel alışkanlıklar edinme ve bunu takip ettirme adına da bir fırsat ayıdır. Düşünün ki fertlerin başlattığı ve ailede şubelenen bu tip faaliyetlerin olduğu bir toplumda ne terör ne de adi suçlar girmeye kapı bulabilir. Bütünüyle biter demek belki ütopik bir ifade olur. Ama en azından esas maksadına ulaşamaz.
Zira nereden gelip nereye gideceğini bilen ona göre hesabını ve programını yapan, o düşünce ile yaşayan Habiller her zaman mutlak hakikati kazanmanın şevkiyle yaşarken, fesadı, kini, düşmanlığı ve terörü kollayan, cinayet işleyen hırsının ve zaaflarının esiri Kabil’ler ise hep kaybetmeye mahkum olmuşlardır. Üstelik Kazanma kuşağında bile… Onun için şu hakikati bir kere daha vücudumuzdaki zerrelere kadar duymalıyız: “…gençlik kat'iyyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiyye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarfetseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.
Hayat ise, eğer îman olmazsa veyahut isyan ile o îman tesir etmezse; hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünki insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hâsıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer îman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar îmanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur.”