Üzerinde yaşadığımız bu topraklar; farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış, o medeniyetlerin kültür hazinelerini üzerinde barındıran, bin küsur yıldır da biz Türklerin kurup sürdürdüğü; Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri akabinde, Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devletine ev sahipliği yapan, insanlık tarihine yoğun bir şekilde konu olmuş olan Anadolu topraklarıdır. Bizler bu toprakların hakkını veren, bu coğrafyanın kıymetini herkesten daha çok bilen, dünya tarihinde kahramanlıkları ve ilmi katkılarıyla nam salmış olan bir milletin ahfadıyız.
Ecdadımızın; gerek konaklama amacıyla, gerekse manevi ihtiyaçlarını gidermek amacıyla inşa ederek insanlığın hizmetine sunmuş oldukları eserler, yapıldıkları tarihlerin üzerinden yüzyıllar geçmiş olsa da bütün ihtişamlarıyla hala dimdik ayakta kalabilmişlerdir.
Kentlerimiz hızla büyümektedirler. Ne yazık ki bu büyüme büyük ölçüde betonarme ağırlıklı yığınların oluşturduğu apartmanlardan meydana gelmiştir. Ne mimari açıdan ne de estetik kentleşme açısından bir hassasiyetin, bir bilincin var olduğunu asla söyleyemeyiz. Varsa da “rant”, yoksa da “rant”...
“Şu kadar arsamın üzerine, yüzde kaç ile kaç tane daire sıkıştırabilirsin?” İşin bütün özeti bu:“Dikilsin binalar, gelsin paralar...”
Öncelikle; çağımızda en fazla önem verilen olgu “rantçılık”, dünyanın neredeyse her kentinin şekillenmesinde önemli rol oynayan bir faktördür. Bu gerçek genelde ülkemizde ve özelde de şehrimizde gereği kadar hatta gereğinden daha fazla bir şekilde karşılık bulabilmektedir.
İnşaat sektöründen rant kazananların, sadece sermaye sahipleri ve spekülatörler olmadığını da açık bir şekilde ifade etmiş olalım. “Rantçılık”, en üst seviyeden tutun da gecekondu sahiplerine kadar geniş bir yelpazeye dağılmış durumdadır.
İstanbul ve Ankara gibi metropol şehirlerimizde bir kaç yıl önceki gecekondu mahallelerinde, şimdi dev gökdelenlerin yükselmekte olduğunu gördükçe konunun ne kadar önemli boyutlara ulaştığı apaçık ortadadır. Siyasi erk, bu durumun teşvikçisi durumundadır. Estetiği ve kentsel mimariyi bir yana bırakıp, üstüne üstlük “Kentsel Dönüşüm Projeleri” adı altında bu durumu bilakis desteklemiş ve desteklemeye de devam etmektedir. “Rantçılık”, düzenin ve sistemin gereğidir. Bizler bu akıntının önünde setler oluşturamamış olsak bile, hiç olmazsa Türk Milleti nin tarih ve kültürüne uygun, ona özgü, estetiği ve mimariyi oluşturabilmek için biraz kafa yormalıydık. Bu zahmete katlanmayınca da; kentlerimizi mimari açıdan, utanç verici binalarla dolduruverdik.
Burada suçlu tek değildir. İşin içine “rant” girince, pazar bulan her sektörün bu pastadan kendi payını alma yarışına girmesi çok doğaldır. Konuya mimari ve estetik açıdan da bakılmayınca; dün iki katlı köhne bir eve sahip olan Mütevazı Mehmet Emmi, bugün sekiz katlı bir apartmanın sahibi olabilmektedir. Bu açıdan bakınca bile Seydişehir’imizi de, birçok büyük kenti sollayan bir boyutla bu işin içine gövdesi ile birlikte girmiş olarak görebilmekteyiz.
Seydişehirhaber Sitesi Foto Galerisi’nde, planörle çekilmiş Seydişehir Resimlerine bakınca; belki de güzel bir perspektif sunduğunu söyleyebiliriz. Ama daha dikkatli bakınca, her tarafın beton yığını olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Özellikle de Akyol Mezarlığı’nın bulunduğu alana dikkatlice baktığımızda bunu çok daha kolayca görebilmekteyiz. Havadan baktığımızda görünen bu resim, yere inince çok mu farklı? Havadan daha bir güzel görünen mevcut görüntü, ayaklarımız yere basıp daha yakından görünce bu çarpık durum çok daha fazla göze batmaktadır.
Hele yeni yapılan bazı caddelere girince, başını yukarıya kaldırıp gökyüzüne baktığında bir kaç metre kare gökyüzü manzarasından gayrı görebildiğin bir güzellik bulunmamaktadır. Yolların etrafına rasgele park edilmiş araçlar, hemen üst kısımlarında beton yığınları, düzensiz bir halde gelişigüzel asılmış reklâm panoları, v.s görüntüler. Modern şehircilik mimarisi bu olmasa gerektir.
Çirkinlikler bunlarla da sınırlı değildir. Her sokakta farklı genişlikler, standart dışı kaldırım yükseklikleri, bazı yerlerde arayıp da bulamayacağımız kaldırımlar...
Yıllardan beri hiç bitmeyen plansız programsız bir şekilde yapılan kazılar, kanalizasyon, doğalgaz, elektrik, su telefon için söküp takılan kaldırımlar, kaldırım taşları...
Elbette on binlerce binayı yıkıp yeniden yapamayız. Ama yenilerini yaparken de sanırım hassasiyetimiz sınırlı kalıyor.
“Şehircilik yapalım” derken, kendi yaşam alanlarımızı kendi ellerimizle yaşanmaz hale getiriyoruz. Sonra da çıkıp bağırmaya başlıyoruz. “Nefes alamıyoruz, zehirleniyoruz, nerde bu devlet, nerde bu millet?”
Böyle giderse doğal su kaynaklarını tüketip şişe suyu satın almaya başladığımız gibi, ileride de poşetle temiz hava satın almaya başlayabiliriz...
Tüm bunlara rağmen, fırsatları kaçırmış sayılmayız. Atalarımızın yapmış olduğu o güzelim tarihi eserler, asırlar geçmesine rağmen hala bizim için övünç kaynağımız olabiliyorlarsa, biz onların torunları, hem de bilim ve tekniğin de daha ileri seviyelere ulaştığını iddia ettiğimiz günümüzde bu konularda daha hassas davranıp, gelecek nesillere çok güzel eserler bırakabiliriz. Bunun için de zaman; söylem değil, eylem zamanıdır.
Paranın her şey olmadığını, bizi biz yapan değerleri kaybedersek, odalar dolusu paramız da olsa, kültürümüz ve medeniyetimizi gelecek kuşaklara taşımamızın imkânsız olduğunu görmeli ve bu konuda gerekli her türlü tedbiri almalıyız diyor, “Allah bizi paranın menfi gücünden muhafaza etsin” diye de durmadan dua ediyorum.