Eskiler “önce refik sonra tarik” derlermiş. Yola çıkmadan önce yol arkadaşı hazırlanırmış. Gerçi biz önce azığı düşünürüz ama... Fil hakika Kur’an-ı Kerim, azıklı olmayı ve yola boş çıkmamayı emreder de sonra “en iyi azığında takva”[1] olduğunu haber verir.
İnsan bir yola çıkacaksa önce arkadaşları bu yola uygun olmalıdır. Büyüklerden biri, yol arkadaşı olacak dostunu şöyle tanımlarmış “hadi denilince nereye diye sormaz.” İyi bir arkadaş nasıl olur diye merak ettiğimizde karşımıza bazı ilginç özellikler çıkıyor
İyi bir arkadaş fedakâr, hesapsız ve hasbi olur. Sevdi mi adam gibi sever. Allah resulü (SAV) Medine'ye hicret ediyor. Yanında Kur'an'ın deyimiyle “ikinin ikincisi”[2] olan Hz Ebubekir (RA) var. Yolda arkadan bir tehlike hissederse Resulullah'ın (SAV) arkasına geçiyor. Önden bir tehlike sezerse önünden yürüyor. Kendini düşünmeyi bırakmış. Sevr mağarasını önce o kontrol ediyor. Bir süre sonra endişeleniyor ve “Ya Rasulallah! Eğilip içeri baksalar bizi görecekler” diye endişesini dile getiriyor. “Korkma Ebubekir! Allah bizimle beraberdir” diye bir müjdeyi alınca da gönlü rahatlıyor. Dost dedik ya... Nefsine ait hesabı olmayanlarla başlanacak yol bir çığır açacaktır.
- Güvenilir ve tam bir arkadaş, tabi olması gerekene tam tabi olur. Aklındaki şüpheleri atar, çok soru sormayı bırakır. Kur'an bize Hz Musa (AS) ve Hızır’ın (AS) (Kelamullah’ta adı verilmese de biz böyle biliyoruz) arkadaşlığından bahseder[3]. Hz. Musa (AS) aradığı o ilim deryası Hızır’a (AS) kavuşur. Ancak burada küçük bir itiraz ve önemli bir yolculuk isteği daha doğrusu yolculuk kuralı vardır. Hazreti Musa'dan (AS) “yol boyunca sadece izlemesini ve ititraz etmekten veya soru sormaktan kaçınmalıdır.”
Ancak bu beraberlik çok uzun sürmez. Tüm uyarılara rağmen Hz. Musa (AS)olayların “tabii insan aklına yatmaması ve garip gelmesi” nedeniyle itiraz eder. Kur’an-ı Kerim'de anlatıldığına göre 3 ilginç hadisenin sonunda yolları ayrılır. Sabredebilseydi daha neler görecekti ve biz de neler öğrenecektik bilmiyoruz. Her şeyi sormayı ve sorgulamayı temel hedef bilmeye alıştırılmış modern insan için çok zor bir durumdur bu.
- Arkadaş; gerçekten size ve davanızın hak olduğunu inanmış olmalı. Başka bireysel hesaplardan uzak kalmalı... Buna ait güzel bir örneği yine Nebiyy-i Muhterem’in (SAV) hayatında bulacağız. Bedir savaşındayız. Müslümanlar daha savaş durumuna düşmeden önce çok basit silahlarla Mekkelilerin hicret sonrası el koyduğu kendi mallarını kurtarmak için kervanın yolunu kesme amacıyla yola çıkıyorlar. Ama kader onları Bedir kuyularının başında sonu dillere destan bir zaferle bitecek amansız bir savaşa götürüyor. Allah resulü ordusunu hazırlamış. Son hazırlıklar ve teftişler yapılıyor. Düşman çok, Müslümanlarsa sayısal olarak az ve teçhizat olarak da güçsüz. Tam bu sırada Hubeyb bin Yesâf ve Kays bin Muharris adında iki kişi, savaşa katılıp ganimetten pay alabilmek maksadıyla İslam ordusunun yanına geliyor. Allah Resulü bu iki kişiden Hubeyb’e: katılma nedenlerini soruyor. Cevap gayet açıktır. “Kavmim benim harpte ne kadar şecaatli ve düşman bağrında yaralar açan bir bahadır olduğumu iyi bilir. Müslüman olmasam da ganimet mukabili senin yanında çarpışsam olmaz mı?”
Bir tek askerin bile çok önemli olduğu bu savaşta nebevi cevap gayet nettir:
“–Öyle ise geri dön! Biz, bir müşrikin yardımını istemeyiz!”
Adamlar ısrarcıdır. Böylesi yiğitlerin(!) savaş yardımı niçin kabul edilmez ki? Ciddiyeti anlayınca bu reddedişin altında yatan esrarı çözmeye çalışırlar ve ikinci bir teklifle gelirler. Aynı soruyu sorar âlemlerin efendisi (SAV);
“–Allah’a ve Resul’üne iman ettin mi ey Hubeyb?” Buna büyük bir coşku içinde cevap verdi:
“–Evet ya Resulallah!..” Bunun üzerine Allah Resulü çok sevindiler ve:
“–İşte şimdi dilediğini yap!” buyurdular.[4]
Benzeri bir durum Uhut savaşı öncesi cereyan eder. Ordu Seniyye tepesine gelindiğinde münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün müttefiki olan 600 kişilik bir Yahudi birliği orduya katılmak istediyse de Hz. Peygamber bunu kabul etmedi. Ensar’dan bazıları müttefikleri olan diğer Yahudilerden yardım talep etmeyi teklif edince de, “Bizim onlara ihtiyacımız yoktur” dedi.
Bir kişilik yardımın bile bu kadar önemli olduğu bir savaş meydanında inanmayan ve dünyalık için gelene yer yoktu. Zira ondan bir hayır beklemek asıl büyük şer olacaktı.
- Dostluk, arkadaşlık, beraberlik ölüme kadar devam eder. Yarı yoldan dönmek, “Bizden bu kadar, kalanı sen ve Rabbin devam et” demek asla yakışmaz. Musa (AS) İsrail oğulları ile beraber yol alırken savaş istemeyen veya onların gözünü korkutan bir hadisiyle karşılaştıklarında verdikleri dönekçe bir cevap vardı. “Sen ve Rabbim gidin savaşın. Biz burada oturacağız.[5]” asıl dost ve arkadaş peşinden gittiği insanın yüzünü gülümsetir. İçinde güllerin açmasına, yüzünün ferahlamasına sebep olur.
Bedir savaşı öncesi Allah Resulü’nün (SAV) önemli bir karar vermesi gerekiyor. Muhacirleri temsilen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (RA) söz alıp “yanındayız” mesajını veriyor. Ancak Allah’ın habibi (SAV) Ensar’ı temsilen gür bir ses duymak istiyor. Böylesine zor bir zamanda ayağa kalkacak ve yürekleri ferahlatacak zor zamanın yiğidine ihtiyaç var. İşte tam da burada Sa’d bir Muaz’ı (RA) görüyoruz. “Ya Resulallah! Eğer sen atını denize sürüp ‘Hadi!’ desen bizden hiç kimse geri kalmaz. İsrail oğulları gibi “Gidin sen ve Rabbin savaşın. Biz burada oturacağız” demeyeceğiz. Seninle beraberiz” demişti. Bu cümleler karşısında mübarek yüzünde neşeden güller açmıştı.
Bu sadakat cevapları Allah resulünün mübarek yüzünün neşeyle ışımasına sebep olmuştu. Çünkü dost; zor ve kolay ayrımı yapmadan “buradayım” der. Üstadın deyimiyle “kim var denildiğinde, sağına ve soluna bakmadan fert fert ben varım diyebilen...” Ancak onlarla arkadaş olunur, yol yürünür, menzile ulaşılır.
Yolumuzun sonuna kadar gidilmeye değer bir sıratı müstakim olması, yol arkadaşlığımızın cennete kadar sürmesi, bedenle ve gönülden olan birlikteliklerin hayır ve berekete vesile olması dua ve niyazıyla...