İnanç dünyamızın önemli temsilcilerinden birisi olan mütekellim Abdülkâhir el-Bağdâdî “Usûlü’d-Dîn” adlı eserinde: “Vahiy, nübüvvet temeli üzerine binâ edilmiştir” demektedir. Vahiy, Allah ile peygamber arasında bir iletişim vasıtasıdır. Bu açıdan, vahyin hakikatini Allah, mâhiyetini de peygamber anlar. Biz ise, peygamberin haber verdiği şekilde inanırız. Günümüzde çağdaş saldırıların nübüvvete yapıldığı düşünülürse, konunun öneminin nereden geldiği daha iyi anlaşılacaktır.
Çağımızda değişik dinî akımlar medyayı da kullanarak insanımızın gönül dünyasında peygamber sevgisini zedeleyici bir anlayışın yerleşmesine hizmet etmektedirler. Peygamberin dindeki misyonu konusunda ifrat ve tefritlere giden anlayışları orta bir yola çekmekte fayda vardır. Bu da vahiy-nübüvvet arasındaki ilişki biçiminin varlığını kuvvetli bir şekilde vurgulamaktan geçmektedir.
Geleneksel anlayışın dışında bugün yeniden Kur’an çerçevesinde “Nebi-Resul” kavramları yeniden ele alınmalıdır. Kadim geleneksel bakış açısında bu iki kavrama yakınlaştırıcı değil, farklılıkları derinleştirici bir anlam yüklenmiştir: “Her resul nebîdir, fakat, her nebî resul değildir.” Bu anlayışa göre, nebî ve resul arasında fark vardır: “Nebî, Allah’tan vahiy getiren ya da kendisine melek vasıtasıyla vahyedilen; resul ise, yeni bir şeriat getiren ya da önceki şeriatlerin hükümlerinin bir kısmını nesheden kimsedir.” Halbuki bu iki kavram arasındaki fark, gramer bakımındandır, Kitap ya da şeriat verilme bakımından değildir. Nebî ve resul kelimelerine Kur’an’ın bütünlüğü açısından baktığımız zaman kavramsal bir farkın gözetilmediği görülür. Kur’an’da birçok âyette “Nebî” kavramına Kitap nispet edilmiştir. (Bakara, 247; Âl-i İmran, 81).
Dolayısıyla “Nebî” Kitap ve şeriat almayan, kendisinden önceki resulün şeriatını uygulayan demek, doğru bir tanım değildir. Çünkü Kur’an, “şu peygamber resuldür, şu peygamber nebidir” şeklinde bir ayırım yapmamaktadır. Her peygamber vahiy alır ve onu duyurur.Vahiysiz peygamberlik olmaz. Nebîlik ve resullük gibi bu iki vasıf, bütün peygamberlerde mündemiçtir. Geleneksel tanımlamaların aksine, Kur’an’ın bütünlüğü gözönünde tutulduğu taktirde, “her nebi resuldür, her resul de nebîdir” sonucuna ulaşılır. Ahzap Sûresi’nun 40. âyetinden anladığımız kadarıyla da Hz. Peygamberle birlikte teknik manada resullük ve nebilik sona ermiştir. Bunun için ders kitaplarında nebî ve resul konusu işlenirken, Kur’an’ın bütünlüğü çerçevesindeki anlamdan ayrılmamak gerekir, kanaatindeyim. Çünkü, gerek geçen yüzyılda ve gerekse içinde bulunduğumuz yüzyılda kişisel ya da Kadiyânilik ve Bahailik gibi kurumsal bazda bazı yeni inanç grupları, Ehl-i sünnet anlayışının nebi ve resul kavramları arasındaki ‘farklılığı’ derinleştirici tanımlamalarından hareketle kavramsal temelde ‘resullüğün’ sona ermediğine dair iddialarıyla yeni sahte peygamberler üretme yoluna gitmişlerdir. Hatta, Bahaîler, dinde tekâmülden bahsederek, Kur’an’ın ve bir peygamber olarak Hz. Muhammed’in misyonunun tamamlandığını, dolayısıyla insanlığın dini alanda yeniden tekâmül etmesi için Bahailiğin geldiğini iddia etmektedirler. Bu konuda da görüşlerini temellendirmek için Kur’an’a atıfta bulunarak, “Hz. Muhammed’in, resullerin değil, nebîlerin sonuncusu” olduğu şeklinde hükme vardıklarına tanık olmaktayız. İşte, bu tip akımların gençlerimizin kafasını karıştırmaması için nebî-resûl kavramlarının mahiyet olarak birbirinden farklı olmadığına dair tanımlamaların yapılmasına ihtiyaç vardır. Nübüvvete yöneltilen çağdaş itirazlar, ancak, böyle bir bilgi birikimiyle etkisiz hale getirilebilir.