Selçuk Üniversitesi Kampüsündeki Atatürk Kız Yurdunda, uyuyordum. Daha doğrusu vakit öğleye yaklaşmasına rağmen kendimde kalkacak güç bulamıyordum. Bir arkadaşım gelip bugün şehre önceden haber verdiğiniz bir ziyarete gitmemiz gerektiğini hatırlattı. Hiçbir yere gitmeyeceğimi yerimden bile kıpırdayacak halim olmadığını söyledim.
Hayretle “Neyin var senin yoksa hasta mısın?” diye sordu. “Neyim olabilir üç haftadır mescitte cehennemi anlatıyorsun. Korkumdan yere yapıştım işte, kalkamıyorum. Yangınlar, alevler, kötü kokular, irin ya da kan dolu ırmaklar, yaralanmış berelenmiş, ağzı yüzü akan, yaraları işleyen insanlar… İçim dışım cehenneme oldu. Bundan sonra kalkıp şuradan şuraya gitmem. Namaz kılıp yatacağım sadece… Günaha falan bulaşamam.”dedim.
Bunu duyan arkadaşım kahkahalarla güldü ve “Bugün hasta ziyaretine gideceğiz biliyorsun günah olacak bir şey yok” dedi. “Aman neme lazım, gelirken giderken yolda günaha bulaşacak bir şey olur. Ben bu riski göze alamam artık. Cehenneme gitmek istemiyorum.”
Arkadaş “Anlıyorum bana engel olmaya çalışıyorsun ama anlatmam gereken bir bölüm daha var” dedi. Yurdun mescidinde her Cuma akşamı dini sohbetler yapıyorduk. Ve o hafta kim uygunsa, kendi seçtiği konuda ayetler okuyup tefsir etmeye çalıyordu. Bu arkadaşım da cehennem ayetlerinin Tefsirini yapmak üzere bir hazırlık yapacağını söylemişti ve bu konuyu işliyordu. Çünkü cehennem hayal edebilirlerse insanların asla kötülük yapamayacağına inanıyordu. Ama ben o insanlardan değildim. Benim ruhuma etki eden sevgi diliydi.
İslam’la bilinçli olarak tanıştığım ilk günden itibaren cennete ya da cehenneme Yunus Emre’nin “Bana seni gerek seni…” şiiriyle uzak durmuştum. Ve Necip Fazıl’ın “Ne cennet kaygusu ne de cehennem…/ Sadece Allah’ın rızasındalar.” Dizesindeki hal tek hedefimdi. Yine de belki cehennem gerçeği ile yüzleşmem gerekiyor diye o sohbetleri dikkatle dinledim. Ama arkadaşa şaka yollu biraz abartsam da bende bıraktığı tesir buydu gerçekten. Kendimi cehennem korkusuna biraz kaptırsam hiçbir şey yapmadan ölünceye kadar beklerdim herhalde. Oysa insan yapmadıklarından da sorgulanacaktı. Bunları konuşurken arkadaşım dedi ki “Ben, bu tefsiri ve cehennem tasvirlerini Ali Küçük hocadan dinledim. Aslında onun anlatımlarını size tekrar ediyorum.”
Ali Küçük hocayı seksenli yılların başından beri Konya’ya gelmeden çok önce yazı ya da sohbet kasetlerinden ben de takip ediyordum. Hemen her konuda ne diyeceğini tahmin edecek kadar tanıyordum. Ama bu cehennem faslını atmamışım demek ki diye düşündüm. Ama o an başka bir sorunum aklıma geldi ve hemen yerimden doğrularak Ali Küçük hoca ile görüşmem lazım dedim, sıkı takipçisi olduğunu anladığım arkadaşa. O günün şartlarında ankesörlü telefon kampüsün ulaşım sorunları yani 1992 yıllından bahs ediyorum. Her neyse nasıl oldu hatırlamıyorum arkadaş bana bir randevu aldı ve Ali Küçük Hoca’nın, Dergâh otelinin arkasındaki sokakta eski bir Konya evindeki çalışma odasına kabul edildik.
Normalde kitabını okuduğum, sohbetini dinlediğim üstatlar ya da hocalarla şahsen tanışmayı hiç sevmiyordum. Çünkü insanlar yazarken ya da konferansta belki daha hazırlıklı olduklarından kendilerini daha iyi ifade edebiliyor. Ama yüz yüze konuştuğunuz zaman çoğunlukla bir hayal kırıklığı oluşuyor daha önce istifade ettiğiniz taraflarının bile etkisi kalmıyordu. Ama Ali Küçük hoca gerçekten çok zeki hatta zekâsı gözlerinden ışık ışık yansıyan bir adamdı. Nüktedan, hazır cevap ve gerçekten az rastlanır çok yönlü düşünebilen ve size anlaşıldığınızı hissettiren bir tarzı vardı. Oysa çoğu zaman danıştığımız hocalar dini biliyorsa dünyayı ve çağı bilmez, dünyayı biliyorsa dini bilmez. Bu konuda hayal kırıklığı yaşatmayan ve sanıyorum istişare ihtiyacında birçok insanı aklına gelen ilk isimlerden biriydi.
O sıralarda hukuk eğitimi yanında ilahiyattan da fıkıh dersi aldığım için ileride nasıl devam etmem gerektiği konusunda istişareye ihtiyacım vardı. Epey vakit ayırdı.
Kendisinin tıp fakültesini nasıl bıraktığını anlattı. Bir ara, kurbağanın iç organlarının beni hiç ilgilendirmediğini fark ettim demişti hemen itiraz ettim. “Hocam kurbağanın iç organlarında insan hayatını kurtaracak bir şey keşfedilebilir” dedim. “Elbette” dedi. “Ama bununla sadece insan bedeninin ömrünü biraz uzatabiliriz. Ama ben insanın ölümsüz olan ruhunu kurtaracak bilginin peşindeyim. Bunun dışında hiçbir şey ilgimi çekmiyor. Elbette bazı insanlarda farklı alanlarda çalışacak. Sen de ne için yaratıldığına inanıyorsan onun peşinde koşmalısın. İlla benim yaptığımı yapacaksın düşüncesinde değilim.”
Sohbetin burasında konu ruha gelince yurtta olan cehennem sohbeti olayını ve bendeki etkisini de olduğu gibi naklettim. “Arkadaş, tavşanın suyunun suyu kadar anlatmış bu kadar etkilendim sizden asla dinlemem. İnsanları neden bu kadar korkutuyorsunuz?” diye sordum. Buna epeyce güldüğünü hatırlıyorum. Sonra dedi ki “Size fiziksel bir işkence yapılmadı. Yanan yaralanan bir yeriniz de yok. Bu kadar rahatsızlık veren şey neydi tarif eder misin?”
Dedim ki “Bir ruh yangını! Benzeri olmayan bir ızdırap…”
“Evet, işte bu! Senin cehennemin bu, bu duyguyu aklının bir köşesinde sakla tasvirleri hatırlamana gerek yok. Elini bir yanlışa ya da şüpheli bir şeye uzatacağında seni alıkoyar. Bu iş burada bitmeyecek bir de hesap günü var. Allah yalan söylemeyeceğine göre cehennem var. Ve bunu insanlardan saklamaya bizim hakkımız yok. Şöyledir veya böyledir ne kadar farklı görüş olursa olsun, biz nasıl anlatırsak anlatalım her insanın bir cehennem algısı vardır. Mühim olan onu diri tutup aktif olarak kullanabilmek...”
Bunları yazarken sesi de, görüntüsü de dün gibi canlandı gözümde ne tuhaf! Bir insan aramızdan ayrılıp, ebedi âlem göç edince ya ilk ya da son anımız akla gelir hep. Ali Küçük hocadan da payıma bu ilk hatıra düştü.
Sosyal medyada bazı insanların, onun tefsirinin katılmadıkları yerlerini ön plana çıkardıklarını rahmet dilemekten bile kaçındıklarını görüp o ruh yangını kadar ızdırap duydum. İçimiz cehenneme dönüşmüş sanki…
Hiçbir Müslüman'ın görüşüne yüzde yüz katılmak zorunda değiliz. Kimse de bize katılmak zorunda değil. Ali Küçük hoca da bunu bekleyen, illa ben ben, en doğru benim diyen bir insan değildi. Yukarıdaki küçük anıda bile henüz yirmi yaşlarında bir öğrenci iken bana gösterdiği özen tartışma üslubu bunu biraz anlatmaya yeter diye umuyorum. O, kendini insan ruhunun ilacı olan Kuran-ı Kerim’i anlamaya ve anlatmaya adamıştı. Elbette her insan gibi anladığı gibi anlatacaktı. Biz buna, yani halis niyetine şahidiz ve Allah’tan rahmet dileriz.
Bana cehennemi öğretmişti. Allahtan niyaz ederim ki, cehennem ateşi, o ruh yangını ona hiç değmesin…
Hayatı tanıdıkça anladım ki, o yangın ızdırabını aklımızda tutmak da çok fayda var. Adım atarken, elimizi uzatırken, dilimize geleni söylerken önce o ruh yangını hatırlayalım.
Cumanız mübarek olsun.