Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü üç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. “Boynuz kulağı geçer.” sözünü bir kez daha teyit ettiniz. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.
Tuğba Kırca / İngiliz Dili ve Edebiyatı
Bir Orhan Veli misali İstanbul’u düşlüyorum, gözlerim kapalı. O masmavi denizini, dillere destan güzellikteki Boğaz’ını, altı yüz yıllık saltanatın izlerini ve taşıdığı kültürlerin seslenişini.
İşte, o; herkesin hayalini süsleyen, tarihî güzellikleriyle içinde birçok kültürün yaşandığı muhteşem hayal şehirden bahsediyorum.
O kültür ki, farklı medeniyetleri bünyesinde barındırarak Bizans İmparatorluğu’yla ve hoşgörü ile dünyayı saran Osmanlı Devleti’yle var olmuştur.
Bir düşünün; bu büyük medeniyetlerin bıraktığı izleri, günümüze kadar gelen eserlerin bizlere tarihî haykırışını.
O haykırış ki, geçmişten günümüze dillere destan bir İstanbul türküsüdür. Boğaz’ıyla, masmavi deniziyle, Haliç’iyle sanki uzun bir anlatıdır türkü.
İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Haliç birçok şairimize ilham kaynağı olmuştur. Hani; Orhan Veli‘yi Galata’ya dadandırıp, Süheyla’ya vurduran; gözlerini kapatıp, serin Kapalı Çarşı’yı, cıvıl cıvıl Mahmutpaşa’yı, güvercin dolu avluları düşündüren İstanbul değil midir?
İşte; İstanbul, bizleri bir şair, bir yazar misali duygu yoğunluğuyla sarar. O harika Boğaz’ını seyrederek, martılara simit atmak…
Hele hele; Beykoz tepesinden hafif esen rüzgârın teninizi okşayışıyla Boğaz’ı seyretmenin veya Salacak’tan batan güneşi ve güneşin denize yansıyışının alev kırmızılığıyla bütünleşen Kız Kulesi’ni izlemenin verdiği haz, dünyalara değişilmeyecek bir duygudur.
Bunca güzellik, artık isyan etmekte. Bizim bildiğimiz büyülü şehir İstanbul, o büyüsünü kaybetmek üzere. Gelen göç ile artık İstanbul, konut sıkıntısından beton şehir olma yolunda.
Keşke, sadece tek sorun betonlaşma olsa. Bunun yanında; ekonomik sorunlar, trafik sıkışıklığı, sınıf farklılıkları da var.
İstanbul geliştikçe, beraberinde birçok sorunu da getirmiş. “Orhan Veli yaşasaydı, İstanbul’u böyle rahat dinleyemezdi. Kazma, kürek ve otomobil sesleri dolardı kulaklarına.“
Yine de, bu olumsuzluklara rağmen, o hayal şehir büyüsünü kaybetmemekte. Tüm direnciyle, tüm azmiyle; bizlere, onu mahvedenlere karşı koymakta.
Siz ne yaparsanız yapın; ben, herkesi imrendiren güzelliğimi yitirmeyeceğim demekte.
Mehmet Bayrakçı / Urdu Dili ve Edebiyatı
Tomara Dede
Yine, karanlık duyguların gönül kayalarına soğuk soğuk çarptığı bir gece. Bütün insanların, o kadar arkadaşımın, dostumun arasında yapayalnızım.
Kenar mahallelerden birisindeki evimizin balkonunda mehtabı seyrediyorum. Semada asılı duran birkaç yıldız bana göz kırpıyor. Uzaklardan bir köpek karanlığa karşı haykırıyor.
Aniden ortalığı bir sis tabakası kaplıyor. Göz gözü görmez oluyor. Her yer bembeyaz bir gelinlik giyiyor. Uzaklardan sis tabakası bir bıçak gibi yarılıyor. Sis tabakasını kollarıyla açarak birisi geliyor, yaklaşıyor... Tomara Dede! Kollarını iki yana açmış olanca sesiyle beni çağırıyor; “Gel! Mehmet’im gel.”
Hayal değil bu, ta kendisi. Bembeyaz, uzun sakalı ve yukarı doğru yükselen gür kaşları, elmacık yanaklarının arasında sıkışmış birer misket gibi kapkara gözleri. Senelere göğüs germiş bir çınar ağacı gibi karşımda, dimdik.
İliklerime kadar ürperiyorum, tüylerim diken diken oluyor, kan beynime sıçrıyor, ayaklarım yerden kesiliyor. Tomara Dede acı bir bakışla dönüp, ardında yol misali sis tabakası bırakarak geldiği yöne doğru uzaklaşıyor.
Donakaldım, vücudum bir buz sandığı... Sabahı edemiyorum, gözüm saatte. Akreple yelkovan, bir türlü her zamanki gibi birbirini kovalamıyor, âşıklar gibi birbirlerine bakıyorlar. Yerimden doğruldum, ailemi uyandırmamak için sessizce giyindim, silahımı aldım ve bir not yazarak garaja yöneldim.
Arabaya bindim ve köyün yolunu tuttum. Etraf hâlâ karanlık. Sokaklarda in cin top oynuyor. Gözümde Tomara Dede’nin hayali. Karanlık açılıncaya kadar yol bitmiyor. İçimde garip bir korku.
Dağılsın şu gece, gündüz oluversin, güneş doğsun artık. Hâlbuki, çok güneşli günlerde karanlıklar içerisinde gezmedik mi? Tan ağarıyor, içimde şimdiye kadar yaşamadığım garip bir sevinç gönlümü kavuruyor, rahatlıyorum. Tomara Dede’nin hayalini bir kez daha görmek istemiyorum.
Sabahın ilk ışıkları kayalarda dans etmeye başlıyor, erkenci birkaç kuş havada dönüyor. Yapraklar güneşi görebilmek için kıpırdanıp birbirleriyle kavga ediyorlar. Yollar hâlen bomboş. Yine gidiyorum Konya’dan. Aşklarımı, sevgilerimi, arkadaşlarımı, her şeyimi gönül mezarıma defnettim. Elveda...
Karşıda Çalı Dağı beliriyor. Her zamanki gibi başı dumanlı. Ama yüzünde bir gariplik var. Koskoca Çalı Dağı’na bir hâller olmuş. O ihtişamlı gösterişi nerede? Guguk kuşlarından, kekliklerden, sarıasmalardan, körfalaklardan ve kanaryalardan çıt çıkmıyor. Nerede bu hayvanlar? Sanki, Çalı Dağı’na küsüp terk-i diyar eylemişler. İyi ama köylüler?
Arabadan iniyorum. Kulak kesiliyorum, bütün vadiden ses yok. Yüce Allah’ım neler oluyor? Bu bir düş mü diye, kendi kendime soruyorum. Hayır, düş değil. Her şey gerçek, capcanlı karşımda. Toprağın kokusunu, naçiz bedenimin bütün uzuvlarında hissediyorum.
Tekrar yola koyuluyorum. Yıkıklar Mezarlığı’ndan geçiyorum. Vakıflar, Koca Armut, ardından Şahana Köprüsü. Köprü, Akça Pınar’ın üzerinde yıllardır bağdaş kurmuş, gelip geçenlere itirazsız geçit olmuştu. Durdum. Belki açılırım diye, Akça Pınar’dan bir avuç suyu yüzüme çarptım.
O da ne? Yazın bu vaktinde, Akça Pınar buz kesilmişti. O ılıklığını, ferahlığını İnce Su’da mı bırakmıştı? Nihayet Sadıklar Köyü tabelâsını geçtim. Tomara Dede’nin o mübarek ellerini öpecektim. Yine dizine başımı koyup uyuyacaktım. Bana hikâyeler anlatacaktı.
Köye girdim. Tavuk Deresi’ni geçip halamlara kadar gittim. Kendimi arabadan atıp, tahta merdivenleri üçer beşer atladım. Arslan başı tokmağı deliler gibi vuruyordum. Kapıyı eniştem açtı. Boğazıma birkaç düğüm takıldı. “To” diyebildim. Bana Yıldız Tepesi’ni işaret etti.
Anladım ki, Tomara Dede davarını bugün orada güdecekti. Arabadan silahı ve kütüklüğü alıp, Yıldız Tepesi’ne koyuldum. İki saatlik yolum vardı. Kaya Dibi’ne indim. Yol kenarındaki ısırgan otları ayağıma dolandılar. Onlardan kurtulup, Su Değirmeni’ne doğru yürüdüm.
Yukarılardan inen su, kulaklarımda müthiş uğulduyordu. Artık yol bitiyor, patikalar başlıyordu. Yıldız Tepesi’ne kadar; Yazı Yeri, Çınarlık, Sarıtaş, Kurukoyak ve Yukarı Dere’yi geçmem gerekiyordu. Yukarı tırmandığımdan kan ter içinde kalmıştım ve silah iyice ağırlaşmıştı ve kundağı omzuma batıyordu.
Soluklanmak istedim, sonra vazgeçtim. Tomara Dede’nin yanında dinlenirdim. Nasıl olsa akşama kadar sürünün başındaydık. Çınarlık’a gelmiştim. Çınar ağacındaki iki sincabın sesleri beni düşüncelerimden uzaklaştırmıştı. Beni görünce, susup seyretmeye koyuldular. Gariplik, bende değil onlardaydı.
İnsan gölgesi bile, onların gözden kaybolmaları için yeterliydi ama kaçmadılar. Aksine bana bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Önemsemedim, önümde daha uzun bir tırmanış vardı. Sarıtaş ve Kurukoyak’ı geçtim.
Yukarı Dere’ye gelmiştim. Kulaklarımı dört açtım, etrafı dinledim. Koyunların çıngırak sesleri duyulmuyordu. Güneş biraz yükselmişti, fakat sürüyü yatırmak için erkendi.
Son küçük tepeyi de aşıp Yıldız Tepesi’ne vardım. Görünürlerde ne bir koyun ne de bir hayvan gözüküyordu. Tepenin kuzey düzlüğünde vadiyi alabildiğince gören ucunda bir nesne kıpırdadı. Oraya doğru yöneldim, kalp atışlarımı kulaklarımda hissediyordum.
Korku, heyecan, hüzün, garip bir burukluk; duygularım karmakarışık bir hâle dönüşmüştü. O kıpırdayan nesne Çomar idi. Bir mezarın başucuna uzanmış sessizce ağlıyor, beyaz kuyruğunu ikide bir yere vuruyordu. Çomar, Tomara Dede’nin sadık iş arkadaşıydı. Öyleyse bu mezar...
Mezarın ayakucuna başımı koydum. Tomara Dede bana acıklı bir hikâye anlatmaya başlamıştı bile.
Kemal Özeren / Arap Dili ve Edebiyatı
Hey Hüzün Şehrim, Senin İçin...
Ben, ne İstanbul’un daracık ve uzun yokuşlu sokaklarından, ne de kilometrelerce uzunluktaki coğrafî konumundan bahsedeceğim. Ben bunların hiçbirinden bahsetmeyeceğim; çünkü ben hüznü buralarda değil, ben hüznü küçük bir kız çocuğunun, yetişkin bir kız edasıyla tebessüm edişinde gördüm.
Bir sabah buğusunda, uykunun vermiş olduğu mahmurlukla uyanıyorum. Yüksek bir binada olmamın verdiği avantaj ile İstanbul’u ayaklarımın altında hissediyorum. Şimdi; İstanbul’u tekrar görmeyi istemenin bir coşkusu, bir heyecanı, kelimelerle ifade edemeyeceğim bir haz var içimde. Gecenin güzelliğinden kalma bir huzurla kahvaltımı yapıyorum...
Sonunda dışarıdayım işte, gözlerim İstanbul’un her karesini ayrı ayrı saatlerce seyrederek gezmek istiyor. Bende bir durgunluk, gözlerimde bir hayranlık var. Yürüdükçe, İstanbul caddelerinin geçmiş ile gelecek arasında birbirine kenetlenmiş bir el misali olduğunu görüyorum.
Zihnim ve kalbim sanki birbirinden habersiz, ayaklarım Ayasofya ve Sultan Ahmet Camilerini görmek için beni alıp götürüyor. Ayasofya’nın önüne geliyorum...
Hey Ayasofya! Hüzün şehrimin hüzün dimağı, hâlâ ayaktasın, hem de dimdik. Kendisine yapılan bütün haksızlıklara rağmen, göğsünü germiş, başı dimdik, sanki bana bakıyor. Hey Ayasofya, eğer seni böyle dimdik görmeseydim inan sende ölebilirdim.
Şimdi de, Beyazıt Meydanı’yla birbirine komşu olan o meşhur İstanbul Üniversitesi’nin önündeyim. Bir kalabalık ve bir haykıran insan topluluğu görmek için gözlerim yerinden çıkarcasına etrafa bakıyor; ama yok, kimsecikler yok...
Meydanda uçuşan güvercinleri görünce rahatlıyorum; çünkü bu güvercinler özgürlüğün kanatlarına vermiş olduğu hak ile en iyi haykırışı yapıyorlar.
Meydanın tam ortasında bir çevik kuvvet aracı duruyor ve karşısında bir tablada kaset satan bir şahıs; teybe koymuş olduğu kasetten, şu nidalar yükseliyor:
“Ey rahmeti bol padişah, / Cürmüm ile geldim sana. / Ben eyledim hadsiz günah, / Cürmüm ile geldim sana.”
Ve akşam oluyor. İşte yine akşam... Şimdi de Sultan Ahmet Camii’ne gidiyorum. Camiye doğru giden uzun bir yol var, yol üzerinde yalnız turistlere eşarp, kasket ve umut satan satıcılar var.
Bu akşam da Sultan Ahmet’te slayt gösterisi var. Her gün başka bir dilde; İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Türkçe...
Turistler, Sultan Ahmet’teki oturaklara dizilerek, müzik eşliğinde anlatılan Osmanlı Tarihi’ni gecenin karanlığında sanki yeni bir güneş doğuyormuş gibi seyre dalarlar. Bir de, Sultan Ahmet’i Galata Köprüsü’nden geçerken uzaktan görürsünüz.
O sanki uzaklarda bir gök cami gibi görünür ve uçsuz bucaksız mekânların tek yelkenlisi gibidir. Üzerinde gecenin bir yarısı uçuşan martılar, ay ışığının altında süzülen birer nur gibidir. Hangi okkanın suyuna, hangi yolların sonuna, hangi hayallerin demine, hangi kuyuların dibine sığar bu hayal, bu görüntü?
Sultan Ahmet, sonsuz mekânlarda yalnızlıkları yırtmış gibidir. Martılar bu eşsiz caminin birer pervanesi olmuştur ve sen hüzün şehrim; ben de senin pervanenim, ben de senin âşığın, ben de senin zemheri karanlıkları yırtan, yürekteki ahın yürekteki aydınlığınım. Sorma ne olur hâlimi. Ben senin için yanarım ve şu dizelerdedir hasretim.
“Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik, / Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden, / Martılar konuyor omuzlarıma, / Gözlerim İstanbul oluyor birden.”
Senin için Sultan Ahmet, senin için Ayasofya, senin için Fatih ve senin için Kız Kulesi; senin için geçmiş, senin için gelecek ve senin için Hüzün Şehrim…
Bilinmeyen bir düş olmuşsun lâhzalarımda; seni hiç kimse, tarih bile, evet tarih bile ilga edememiş, sen o koskoca heybetinle hâlâ fetihlerdesin, 1453’tesin.
Bugün sen yine aynı sen; değişen tek şey benim, teneffüs ettiğim hava, toprağa düşen kar ve şimdilerde bağrımda sahipsiz yeşeren güller. Sanki boğazımda hıçkırıkların bir düğümü olmuşsun.
Ya sen ey Kız Kulesi! Ya sana ne demeli; ben senin resmini cüzdanımda taşıyorum. Söyle bana neden uçsuz bucaksız denizin tam ortasında yalnız ve simsiyah geceleri aydınlatan, yolsuzlara yol gösteren bir aydınlıksın?
O kadar yalnızlığı tek başına göğüsleyebilir misin ki, sen ey âşıkların ahı, sen ey sevdalıların feryadı ve sen ey yalnızlıkların seheri; kuytularında sakladığın gökkuşağını bulutlu havalarda gökyüzüne salan şehir…
İpini koparmış bir tay gibi, gönlü sevdalara dalmış, heyecandan kıpır kıpır yerinde duramayan delikanlı; sanmıyorum, sanmıyorum ki şairler öylesine şair, yazarlar öylesine yazardı. Onları şair yapan, senin adına yazılan şiirlerdi ve onları yazar yapan, senin adına yazılan romanlardı.
Hey hüzün şehrim! Buralara ilk gelişimdi; içim sıkılıyor, ruhum daralıyordu. Ne yapacaktım, nasıl yapacaktım; kime, kimi, kimleri soracaktım bilmiyordum. Aradığım zemheri yalnızlıkların kuytulardaki aydınlığını burada bulabilecek miydim?
Buralara bin umutla gelmiştim. Yeni bir dünya bilmiştim ve sanki her şeye yeniden başlayabilecektim, biliyorum bunu zaman gösterecekti. Nasıl olurdu, bu geceleri aydınlatan şehir, gerçekten beni tekrar ben yapabilecek miydi? Belki birçok şeyden kaçmıştım, ama buralarda da kaçabileceğim bir şeyler olabilirdi.
Ümit ediyorum olmasın. Ümitlerimin şehri, yarım kalan ömrümün tamamlayıcısı ve solgun güllere yeniden sular serpebileceğim bir dünya...
“Durulsun şafaklarda parlayan ay, / Ve durulsun yanaklarda inleyen sel, / Ben senin özleminle geldim bu şehre ey hayal, / Çıkacaksan çık karşıma heyhat! / Bir sabahın buğusunda düştüğüm karanlık mekânları soldur. / Soldur ki, yeni yetme güller yeşersin siper ettiğin bağırlarda. ”
Mutluluğun pınarlarında çağlayan sular, senin gözyaşlarında çağladığı an; bulursun bu şehrin hüzün veznini ve sevinç rengini. Daha dün doğmuş bir bebeğe, hayatın masumiyetinden nasıl bahsedebilirsin ki; ama bu şehir bana bahsediyor işte...
Bir Sultan Ahmet çıkmış kürsüye elinde binlerce sayfa, daha bir Ayasofya sırada bekliyor başından hiç çıkarmadığı sarığıyla... Ve bir Fatih; Fatih Camii, Fatih ki dağların doruklarında bir hayal ve bir masal. Bir şehit, bahçesinde daha dün içmişti şahadet şerbetini ve bir şehit Allahuekberlerle uğurlanmıştı.
Sanki hasret özlemi, bir umutla buğulu bir ahta sarmış gecelerin üstünü bir sis gibi ve bir nur kaplamış geceleri annem gibi. Saatlerce uçuşan martılar, yeni ezgiler yazıyor senin adına.
Sorma ey gönül, durulmaz bendeki bu sel, sönmez içimdeki ateş. Sonbaharın dökülen yapraklarıyla söylediği ezgiler bugünkü gibi bir matem değildi, sende sular bu kadar donuk, denizler bu kadar soğuk değildi. Sen geçmişinle içimde bir ukdesin şimdi...
Evet, Beyazıt Camii! Ya sana ne demeli, hangi bilek bükebildi bileğini bu koskoca cihanda? Hangi softa duygular esir edebildi seni, hiçbiri evet hiçbiri. Bahçende uçuşan güvercinler senin ahını çekiyor, kanatlarında soğuk bir hükmün ateşli savunmasını veriyor şimdi.
Kimler geldi ve kimler geçti, kim gider buralardan? Kim bilir cihanı sarsan nidalarını kaç kuşağa söylemiştin? Hangi ırmak yetişir şimdi bahçendeki güvercinlerin gözyaşlarına ve hangi hayal yetişir senin umutlarına?
Evet, bir hüzünlü zaman gibi bitmeyecek ve dinmeyecek olan duygularınızı bile çoğu zaman dile getirmekten çekinirsiniz. İstanbul’da, tarihin cennet mekânında; neyi, neyinizi nasıl gizleyebilirsiniz? Onda hiç yalan yoktur. Size bir çırpıda söyletiverir duygularınızı, hemen oracıkta rahatlarsınız.
İçinizden bir hummalı gözyaşı dökmek gelir ve bir şafak türküsü söylemek isterseniz yeni doğacak güneşe inatla; o mahzun bakışları, yaşmaklı gözleri, sonsuz özlemleri ararsanız maziye özlemle...
Susmak yoktur tarihin karşısında, boynunu bükmek yok. Sultan Ahmet’te, Topkapı’da ve Ayasofya’da geçmişin izlerini o kadar yakından görürsünüz ki; içinizi hüzün yerine bir coşku, bir heyecan ve bir fırtına kaplar.
Hani Topkapı’dan Boğaz’ı seyretmek var ya; bir çift mavi göze ölümüne dalmak gibidir, sanki bir daha çıkmamacasına. Kendinizi bir anda bir vapurun iskelesinde görürsünüz, dilinizde umut ezgileriyle. Artık o vapurun kaptanı siz olursunuz, istediğiniz yere gidersiniz. Hafif bir rüzgâr ve çiseleyen bir yağmur, sanki kurumaya yüz tutmuş ümitlerinizi yeniden yeşertir.
Boğaz’dan geçen bütün vapurlar, sizin özgürlük adına söylediğiniz ezgilere eşlik ediyor gibidir. Topkapı’dan bir başkadır dünya, bir başkadır benim hüzün şehrim. Boğaz’ı alabildiğine seyredebiliyorsunuz. İçinizden, kendinizi bir kuşa inatla sarayın surlarından aşağı bırakıvermek geliyor. Gökyüzünde süzülmek ve sonra... Ölmek.
Sen, soğuk kış gecelerinde buğulanmış pencereme titreyen yüreğimle çizdiğim ahımsın hüzün şehrim. Sen, bir sokak ortasında terennüm eden gözyaşlarımla “Seni seviyorum.” yazabileceğim kadar güzelsin.
Hayal ettiğim hiçbir bahar gibi çıkmadın, sen hayallerimdeki bahardan da güzelsin. Bir çift göz insana çok şey anlatır; ben de, senin gözlerindeyim hüzün şehrim.
“Hüzün şehrimde düşmek istedim yerlere, / Düşerken tutmak istedim bir yangının ellerinden gizlice, / Beni artık ne deli ayrılıklar kazandırır, / Ne de yaşlar son bulur gözümde. / Ey hüzün şehrim! Senin için yazdım “Seni Seviyorum” lâfzını, / Bir pamuk çiçeğinin içine ve bir de akasya çiçeğinin üzerine. “
Koskoca bir bahçe içerisinde yalnız kalmış bir gülü yazmak isterdim. Sen de bir gül değil misin, ey hüzün şehrim? Korkma, ben senin bildiğin bülbüllerden değilim. Seni daima seveceğim.
Hey hüzün şehrim senin için!..