Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü iki öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.
Aynur Korkmaz / Harita ve Kadastro
Yalnız Adam ve Sadık Köpeği
Aylardan temmuzdu babam işten eve gelmiş, ellerini yıkamış, sofraya oturmak için tüm hazırlıklarını yapmıştı. Biz de sofraya oturmuş yemek yemek için bekliyorduk. Babamın da sofraya oturmasıyla yemeğe başladık. Aradan biraz zaman geçince, babam tatlı bir ses tonuyla hafta sonu piknik yapmak için baraj kıyısına gideceğimizi söylediğinde hepimiz çok sevinmiştik.
Nihayet hafta sonu gelmiş, tüm hazırlıklarımızı tamamlamış, yola koyulmuştuk. Neşe içinde şarkılar söyleyerek baraja kadar geldik. Eşyaları birer birer arabadan indirdikten sonra, mangal ateşi yakmak için çalı çırpı toplamaya başladık. Ben çalı toplamak için barajın kıyısına kadar inmiştim.
Bir anda irkildim, karşımda beyaz tüylü burnunun üst tarafında benekleri bulunan, kuyruğunda ise yarıya kadar siyah tüylerle kaplı bir kurt köpeği. Bir adım daha atsam, parçalayacakmış gibi duruşuyla beni çok korkutmuştu. Birden ağaçların arasında hayatın tüm acılarını çekmiş gibi görünen, kırk beş-elli yaşlarında bir adam beliriverdi. Ak yüzlü, güldüğünde iki yanağında gamzeler beliren, ince bıyıklı, uzun boylu adam köpeğini yanına çağırdığında biraz olsun içim rahatlamıştı.
Beni yanına çağırarak korkmamam gerektiğini, sadece köpeğinin kendisini ve tutmuş olduğu balıkları korumak için öyle davrandığını söyleyince biraz daha rahatlamıştım. Meraklı birisi olduğumdan, tutmuş oldukları balıkları görmek istediğimi söylediğimde, beni barajın kıyısındaki sepetlerin yanına götürdü.
Sepetlerin yanına gittiğimizde, gördüklerime inanamamıştım. Birbirinden güzel ve büyük olan bu balıkları niçin tuttuğunu ve ne yapacağını çok merak edip sorduğumda; yüzündeki o tatlı sevecen masum ifade bir anda kaybolmuştu. Üzgün, hayattan darbeler almış durgun bir ifadeyle iki yıl önce eşini kaybettiğini ve köpeğiyle birlikte yalnız küçük bir barakada yaşadığını, karnını doyurmak için balıkları tuttuğunu öğrendiğimde çok üzülmüştüm.
Birden, yanı başımızda duran oltanın hareket ettiğini gördük. Oltanın ucuna bağlı olan misinayı takip ettiğimde gözlerime inanamamıştım. Meğer baraj, buradan ne kadar güzel görünüyormuş. Barajın karşı kıyısında bulunan rengârenk ağaçlar, sanki ressamın fırçasından çıkmışçasına düzgün ve muhteşem görünüyordu.
Çalıların arasında uçan kuşların çıkardıkları sesler, barajın içinden yakalanamamasının inadına sıçrayan balıkların suya dalarken çıkardıkları seslerle karışınca, ne kadar güzel bir yerde olduğumun bir kez daha farkına varmıştım. Ben bu güzellikleri izlerken, yanımdaki adam ve köpeği çoktan yanımdan uzaklaşmışlardı bile. Bu esnada, uzaklardan gelen seslere kulak misafiri olduğumda, bizimkilerin beni aramak için seslendiklerini duydum. Sesin geldiği yöne doğru hızla ilerlemeye başladım.
Annem ve babam, ağaçların arasından hızla bana doğru koştular. İkisi de bana sarılarak çok korktuklarını ve yaklaşık bir saattir beni aradıklarını söylediklerinde çok şaşırmıştım. Zamanın ne kadar çabuk ilerlediğinin farkına bile varmamıştım. Aileme sevecen bir adamla karşılaştığımı ve beraber balık tutmaya çalıştığımızı anlattığımda bana inanmamışlardı. Çünkü yanımda ne o adam, ne de sadık köpeği vardı. Akşam olmuş evin yolunu tutmuştuk. Gözlerim hep o adamı ve sadık köpeğini aradı. Baraja her gittiğimizde, o adamla karşılaştığımız yere gider ve onu tekrar görebilme umuduyla beklerim.
Abdurrahman Kenger / Harita ve Kadastro
Ablamın Evi
Hafif bir yokuşun aşağısında iki katlı bir ev.
Alt kat, toprak seviyesinin aşağısında olup taş duvarlarla örülü; yaz mevsiminde serin, kış mevsiminde sıcak ortamını muhafaza eden ve her iki mevsimin de aranılan özelliğini taşıyan küçük kutu gibi bir yer. İkinci kat, üç oda ve iki salondan oluşuyor.
Salon dediğimiz ön oda, sanki bir kaptan köşkü. Salonun han kapısı özelliğini taşıyan kapısının hemen arkasındaki iç oda, evin en heyecanlı bölümü. Çünkü, bu odanın hem sağ tarafı, hem de sol tarafı evin bireyleri tarafından en çok kullanılan odalardan ibaret olup ön tarafında bir balkon bulunmakta.
Balkon, içinde çeşit çeşit meyve ağacının bulunduğu yeşilliklerle dolu bir bahçenin yanındaki sarayı anımsatıyor insana. Meyve ağaçlarının dalları, balkonun koruma demirliklerinin yanına kadar uzanmış âdeta.
“Meyvelerimi size sunuyorum, buyurun afiyetle yiyin.” diye terennüm ediyor insanın kulaklarına. Balkon duvarına sırtını dayayıp, ayaklarını uzatıp hoş bir rahatlığın verdiği huzur içinde kafayı şöyle bir kaldırdığı zaman, masmavi gökyüzünü seyrederken neler gelmez insanın aklına...
Balkonun bir köşesine öylesine atılıvermiş; iki kişilik, kahve renkli sağ kolu kırılmış ortası çökmüş bünyesinde nice acılı ve neşeli hatıraları saklayan, sahibinin hâlâ oturmaktan vazgeçemediği yıllanmış antika bir kanepe...
Kanepenin önünde duvara yaslanmış yastıkların altına dizilmiş altı yeşilli minderler ve bir şark köşesi görüntüsü.
Ailede herkesin yeri belli. Mavi kaygan kumaşla kaplı olan minder; evin küçük kızı, mavi gözlü, sarı saçlı, beyaz tenli, zayıf ve oldukça narin olan Zeynep’e ait. Zeynep, ilkokula gidiyor ve okulunu çok seviyor.
Her gün, okuldan gelince çabucak okul kıyafetini çıkartıp, bu minderin üzerine yüzün koyu uzanır ve ayaklarını yukarı kaldırıp bir ileri bir geri sallayarak oynar.
Bej renkli pamuktan bir kumaşla kaplı olan minderin sahibi evin en büyük oğlu olan Hüseyin’dir. Hüseyin; uzun boylu, geniş omuzlu, etine dolgun, sportif bir yapıda olup saçları siyah ve gür, gözleri ela, kirpikleri hafif yukarı doğru kıvrılmış ince bıyıklı duruşuyla mertliği, bakışlarıyla şahini andıran sevecen, samimi ve yürekli bir genç, zarif bir kitap tutkunu.
Çevresindeki insanlarla ilişkilerini en oturaklı şekilde yürüten bilge bir beyefendi. Görevine her sabah yeni bir heyecan ve istekle gider, Hüseyin öğretmen. Onun amacı; yetiştirilmek üzere eline verilen fidan misali çocuklara bildiklerini öğretmektir.
Balkonun insanı en cezbedici yönü çay sefasıdır. Herkes minderine oturmuş anneyi bekler. Kısa boylu, normalden biraz kilolu, ak yazmalı, yazmasının ucunda ince mercandan örülmüş kenarlığı olan al yanaklı anne gelir.
Elinde gümüş bir tepsi ve üzerine dizilmiş bardaklar, kuru yemiş ve pastaları balkona getirir. Arkasından antika bir semaverle çay getirir kızı.
Tam ortaya konan semaver, sanki etrafına muhabbet dağıtır ve gururla durmaktadır. Cam bardaklardan yudumlanan sıcak çayların dumanı göğe süzülürken gönüllere huzur dolar, beraberlik huzuru...
Ailenin birlikte olma sevincine sevinç katar bu tavşankanı çaylar. Bir taraftan bu huzur sükûnet yaşanırken, diğer taraftan da balkonun hemen sol yanına bakan cephede iki katlı bir evin arka balkonundan Nilgün bu yana bakmaktadır.
Kendisinden başka iki tane daha özürlü kardeşi olan Nilgün’ün mahzun, tavırsız, anlamsız ve derinlik arz eden bakışları etkiler insanı.
Küçücük siyah gözleri ve kesilmiş saçları olan Nilgün, dizlerinin üzerinde emekleyerek yürüyebilmektedir. Gün boyu o balkonda güneşin altında durmakta ve gelen geçene el sallayıp el çırpmaktadır.
Bu kız, hep gülümsemektedir insanlığa. Çoğu özürsüz insanın hiç yapmadığı, belki de yapamadığı güzel tebessümü Nilgün’de bulur insan.