S.Ü. İKTİSADİ ve İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİNDEN EDEBÎ ESİNTİLER…

Şakir Tuncay Uyaroğlu

 

Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü üç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. “Boynuz kulağı geçer.” sözünü bir kez daha teyit ettiniz. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.

 

Mevlüt Hakan Aydın / İşletme

Asude Bahar Meltemi…

Temiz havayı ciğerlerimi patlatırcasına içime çekiyorum.

Temiz hava nasıl mı kokar?

Bunu anlatabilmek güç olsa gerek…

Ben alışığım şehrin kirli havasına, bu yüzden başımı döndürüyor temiz hava.

Yüksekteyim, şu anda oldukça yüksekte.

Bulunduğum ovanın en yüksek dağının zirvesindeyim. Ama kolay olmadı buraya gelmek.

Ağaçların yeşil bir halıyı andırdığı dağın yamaçlarından; yoğun bitki örtüsünün toprağa basmama izin vermemesine aldırmadan, yerin belki de bir metre üstünden yürüyerek geldim.

Ağaçların birbirini sarmalayan onlarca dalının sağımı solumu çizmesine aldırmadan geldim. Ama değdi. Aşağıda uzanan ovayı, üstündeki büyük küçük yemyeşil ağaçları ve ağaçların sonsuz göğün altında nasıl da süzüldüğünü görmek, ayrı bir huzur veriyor insana.

Yalnızım; sonsuz bulut denizinin ortasında bir ada gibi duran karşımdaki dağ gibi yalnız. Buraya ilk ben ayak bastım sanırım ve bunu bilmek büyük bir mutluluk veriyor bana.

Bundan eminim, çünkü eğer insanoğlu buraya daha önce gelmiş olsaydı; aşağıdaki ovada, sonsuzluğa uzanan ağaçların yerine, göğü delercesine yükselen taş binaları seyrederdim.

Yalnızlığımın tadını çıkartırcasına uzandım göğün altına. Bulutları kucaklarcasına açtım ellerimi. Ve kucakladım, güneşe kırmızı ve sarı rengi veren rüzgârı…

Buradan gitme vaktinin geldiğini anladığım andaki güneş çoktan terk etmişti burayı, isteksizce kalktım yattığım yerden. Biraz da iyi olmuştu aslında kalktığım.

Üzerine uzandığım irili ufaklı taşlarla kaplı toprak, çok ağrıtmıştı hafif ve zayıf bedenimi. Son bir kez bakmak istedim, altımdan akıp giden boşluğa.

Ve hiç fark etmediğim bir şey gördüm, tırmandığım yamacın tersine yönümü çevirdiğimde: Altımdan akıp giden ovayı ikiye ayıran bir akarsu, en az gökyüzü kadar mavi.

Önüne çıkan taş toprak ne varsa alıp götürüyordu. Gitme vakti gelmişti ya artık, atmak istedim kendimi akarsuyun azgın sularına. Kendimi onun sularına bırakıp, nerede denizle birleşiyorsa oraya kadar gitmek istedim.

Onur Pişkin / İktisat

Çatlak Eller

Hava çok soğuktu. Herkes vapura binip evine dönmeye çalışırken, o evine ne zaman döneceğini bilmiyordu.

Soğuğun keskin yüzü, denizden esen yumuşak rüzgârın etkisiyle biraz kırılsa da herkese gözdağı veriyordu.

Eldivensiz dolaşmanın mümkün olmadığı bu soğuk günde, o minik elleriyle kırık camlı, topal ayaklı tezgâhını siliyordu.

Evet, artık kış gelmişti. Belki de kışın böyle sert geçeceğini bilmiyordu. Belki de sokaklarda, vapur iskelesinde geçirdiği ilk kıştı. Tüysüz yüzü, ne kadar küçük olduğunu anlatıyordu çünkü.

Hayat, onu bu küçük yaşında kendisine rakip görmüştü. Rüzgârın ellerinde bıraktığı derin yarıklar, akşama doğru kanla dolmaya başlamıştı.

Yırtık ceketi, belki de yüreğini tasvir ediyordu. Başına geçirdiği berenin arkasındaki yırtığı bir köstebek açmıştı sanki.

Ama her şeye rağmen, ona şefkatle uzanan her elin verdiği paradan sonra yüzü gülüyordu. Bu gülücük beraberinde evde onu bekleyenlerin de yüzünü güldürecekti.

Bazen vapur sireninden irkiliyordu. Gözleri uçsuz bucaksız denizlere dalıyordu. Sonra “küçük” diye ona seslenen bir müşterisinin sesiyle, çekip alıyordu hayat onu daldığı rüyadan.

Ayakkabısından giren su neredeyse donmak üzereydi. Üşümemek için ayağına geçirdiği poşetler bile onun yoğun temposuna dayanamamıştı.

Evinde onu kim bekliyordu; yine onun getirdiği üç beş kuruşla kurulu bir sofrada evlâdına dua eden telâşlı bir anne mi, bulunduğu yatakta her bir yanı yara olmuş yatalak bir baba mı, yoksa ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş bir kardeş miydi bekleyen?

Karşıyaka vapuru denizin mavi sularını yararak uzaklaşırken gözlerimi alamadığım bu çocuk simitçiydi.

Sattığı simitlerden düşen susamları bile, ziyan olmasın diye çatlak elleriyle soğuk tezgâhın üzerinden sıyırıp bir poşette biriktiren bu çocuk, sanki insana yapması gereken, borçlu olduğu şeyleri hatırlatan bir ibretti.

Bu küçük; evinin hem annesi, hem babası, hem de çocuğuydu.

Bizler bu görevin birini bile tam olarak yerine getiremezken, o bu yaşta üçünü birden üstlenmişti. Bu minik ve simitleri, insana ister istemez Yaradan’a şükrettiriyordu.

 

Yusuf Ziya Yaya / İşletme

Vefalı Dost Akdeniz-1

Deniz durgun, bitkin bir seyyah gibi, günün yorgunluğunda ufka doğru alabildiğine doğru uzanmış… Uçsuz bucaksız bir başka dünyaya giden geniş bir yolda gibi, sizi davet ediyor kendisi ile yol almaya.

Davetini kıramıyor ve kıyısına ilişiyorsunuz. Üzerine oturduğunuz yarı kuru otlar, Akdeniz ikliminin size sunabildiği tabii bir halı. Bu hayalî yolculuğunuzda, memnuniyetinizle alâkalı bir hostes oluyor ve bir arzunuzun olup olmadığını soruyor…

İkindi saatleri… Sanki serin rüzgârla birlikte içinize sıcak bir şeyler akıyor. Deniz yolu daha bir derinleşiyor ve ruhunuzun derinliklerine iniyor âdeta. Sadece manzaranızı süslemekle kalmıyor, o mavi gelinliğe eşlik eden beyaz bir duvak gibi sarıyor benliğinizi dalga sesleri. Üstelik, kendi lisanında bize melodiler fısıldayan bir duvak.

Martılar... Denizin sadık ve gönüllü muhafızları. Geceden yorgun fener, gün ışığında ne kadar da bitkin bakıyor size. Geceleri gecenize, gün ortasında kararan içinize ışık tutmak istermiş gibi bakar size... Fark ediyorsunuz bunu. İşte, dikkatinizi alıp kendisine hapseden manzara... Sahil boyu uzanan inci mercandan bir kolye gibi etrafını saran; o katı, o sert kayaları merhametli ve şefkatli bir ana gibi kucaklayıp sarıveren Akdeniz.

Oldukları yere zincirlenmiş yüzü kara kayaları teselli eden, belki de bu beyaz şefkatli kollardır. Bu masum kucaklaşma, asırlarca devam eder gider. Bu güzel manzaranın son şahidi de siz olursunuz. Yakıcı güneşin hararetinden korur sizi, Akdeniz’in bağrından serin bir nefes.

Olduğunuz yere çiviler, rüzgârın yanağınızı ve saçınızı okşayışı. Gönül bir sandal gibi açılıyor, mürettebatı anılarla. Sallıyor anı yelkenini Akdeniz. Mürettebatından biri düşerken, bir diğeri biniyor dalgalar arasından.

Ve bulutlar... O mavi atlasa eşlik eden beyaz bir dans grubu oluyorlar. Pamuktan elbiseli mavi gök, Akdeniz’in en vefalı yâridir. Kavuştukları mekân, ufuk noktasıdır. Aslında, sizi sizden alan güzellik de zaten burasıdır.

Ne gariptir ki, balıklar oltanıza uğramadan seyirlerine devam etmektedir ve siz buna üzülmezsiniz. Asıl tutmak istedikleriniz vardır hani. İşte, onlar kaçar gönül oltasından... Hem de göz göre göre... Bu yolculukta olanlar sizi yormaz. Dert çuvalının ipini keser, boşalmanızı ve rahatlamanızı sağlar, yine bu vefalı dost. Kendinize geldiğinizde, Akdeniz’in anı turu da son bulmuş olur.

Derin bir nefesle “Dünya varmış!“ dersiniz. Nitekim gözle göremediğiniz bir enkazın altından kalkar gibi hissedersiniz kendinizi. Bir sonraki seyahatinizde buluşmak için randevulaşırsınız Akdeniz’le...

İçinizde, bu gönlü açık dosta yürekten bir minnet hissi dolar. Düşünün bir kere, onca güzel ve göz kamaştırıcı ikramının karşılığında, zamanımızdan başka hiçbir bedel almaz. Sayısı azdır, böyle dostların.

Bu bakımdan, Allah’a (C.C.) ne kadar şükretsek azdır; böyle sonsuz güzelliği ve harikulâdeliği içinde barındıran Akdeniz gibi vefalı bir dostu, bizim gibi insanlara bahşettiği için. Bu güzelliklerin kıymetini bilelim ve bu vefalı dostun doğal güzelliklerini korumak için elimizden geleni yapalım...

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.