S.Ü. KARAPINAR AYDOĞANLAR MESLEK YÜKSEKOKULUNDAN EDEBÎ ESİNTİLER…

Şakir Tuncay Uyaroğlu

Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü iki öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. “Boynuz kulağı geçer.” sözünü bir kez daha teyit ettiniz. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.

Sedat Yaroğlu / Süt ve Ürünleri Teknolojisi

Karadeniz Bizimle Güzel.

Karadeniz kabına sığamaz. O daima telâşlı, daima hırçındır. Yüzlerce tonluk dalgalarla sahili döver ve ak köpükler bırakarak çekilir. Hani “Birazdan yine geleceğim.“ der gibi.

Ve yeni bir saldırı için soluk toplar. Denize güvenilmez, Karadeniz’e ise hiç güvenilmez.

Ama bu iklimin çocukları, deryanın hep sevimli yüzünü görürler. Ne ıslık çalan rüzgârdan ürkerler, ne de çekinirler kayalardaki gümbürtüden. Dudak uçuklatan fırtınaları tez unuturlar sonra. Mendireklerin ardında uslu uslu sallanan teknelerin masum davetini reddetmezler asla.

Karadeniz dağları denize paralel uzanır. Kuytusu, körfezi yoktur. Eğer gök karardı, deniz kabardıysa yapılacak tek bir şey vardır: açılmak. Sığınmak dalgaların bağrına, sahile yanaşmak parçalanmak demektir; onlar denizden yine denize kaçar.

Şükür ki, Karadenizli balıkçılar fındık kabuğunu andıran ahşap teknelerden kurtulmuşlar. Modern teçhizatlı sac tekneler; daha bir mukavim, daha bir oturaklı, sanki fırıl fırıl dönen radarları millerce öteleri takip haritası çıkarmakla kalmaz, her canlı kıpırtıyı yakalar. Kısacası, ciğeri yosun kokusuna alışan duramaz karada.

Bileklerinde açken kürek çekebilecek kadar dermanı olan koşar deryaya. Minikler onlara gıpta ile bakar, reis olacakları günün hayalini kurarlar. Halatlar üzerine kıvrılır, teknelerin dönüşünü beklerler. Eh, her seferin ardından az çok bir şeyler düşer paylarına.

Gece hüznüyle gelir. Suları sahte alevlerle tutuşturan güneş ufukta kayboladursun, ateşin hakikisi onların yüreğine düşer. Balıkçı, neşeli görünmeye çalışsa da endişelidir.

Beklemek ise, zakkum kadar acıdır. Karanlık çöktükçe, yaşlıların eli tespihine kayar. Ilık burunlarını dayarlar buğulu camlara. Gelinler, genelde meşguldürler. Fındık aktarır, mısır ayıklar, lahana kırarlar.

Ne kadar aldırmaz gibi görünseler de, kulakları dipsiz uğultudadır. Ve bin mânâ çıkarırlar, rüzgârın kısık sesinden. Eğer; yüzleri birdenbire aydınlanmış ve ılık bir tebessüm yanaklarına yayılmışsa, bilin ki yaklaşıyor demektir tekne. Nedendir bilinmez, motorun sesini önce onlar duyar, bazen de duyduklarını sanırlar.

Her balıkçı; biraz marangoz, biraz boyacıdır. Tekne sahibinin eli keser tutmalı, fırça yakışmalıdır avucuna. Macun çekebilmeli, zımpara yapabilmelidir sonra. Hiç değilse, kalafatı becerebilmelidir bir başına. Karadenizliler tekneleri kendileri yapar, kendileri çakarlar.

Çamburnu Tersaneleri’nde, karınca gibi çalışan gençler vardır. En tahsillisi, sanat okulu mezunu. El terazi, göz mizan; sac kesiyor, kaynatıyorlar, omurgaya bin tonluk gemileri çıkarıyorlar; kafalarına göre şilep, hücumbot ve yat yapıyorlar. Dahası; eski tekneleri kesiyor, uzatıyor, genişletiyorlar. Üstelik bugüne kadar tek kaza yaşamamışlar.

Adında deniz olduğundan mı bilinmez, Karadeniz dendi mi hep sahil gelir akla. Hâlbuki, nüfusun ekseriyeti yükseklerde yaşar. Mısırı yeşil, çayı yeşil, lâhanası yeşil, fasulyesi, pazısı ayrı yeşildir. Sanki, her birinin yeşili ayrı tondan gülümser yaprak yaprak.

Bulutları yırtan sarp zirvelere yaklaştıkça sükûnet düşer. Bir temmuz öğleni olsa bile, içiniz titrer. Bin pişman olursunuz, “Üstünüze bir şeyler alın.“ diyenlere gülüp geçtiğinize. Sis, sis, sis; gök bulut abanır tepenize.

Rutubet iliklerinize işler. Yağmur belki yağmaz, ama yine ıslanırsınız. İşte çiçeğin bin bir çeşidi bu yaylalarda biter. Onun için yörenin balları kıymetli, sütleri ise kokuludur.

Karadenizliler sıcak insanlardır, gel gelelim içlerine giren mekânlardan hazzetmezler. Kuytu doruklara çekilir, başlarına buyruk yaşarlar; bu ahşabı kararmış evler, yeşille iç içedir. Kapı önlerinde bir pişirimlik olsun lâhanaları, fasulyeleri olmalıdır onların. Domatesin kızılını koparmalı, hıyarı kırmalıdır elceğiziyle.

Karayemiş yediniz mi bilmem; büyüklüğü kiraz kadardır, tadı eriği andırır, rengi pekmez içmiş köy çocukları gibidir. Of, Çaykara derken vuruyoruz yukarılara.

Maraşlı Osman, Hacı Dursun ve Hacı Ferşad Efendileri yâd edip dereleri aşıyoruz, “hapşiaz“ kılıklı ahşap alâmetlerden.

Tırmandıkça kaybolur güneş. Bir is, bir pus sormayın. Yağmur yağmıyor, ama ıslanıyoruz. Otlar iz bırakıyor paçalarımızda. Ayakkabılarımız, yalağa düşmüş enik gibi. “Fındık bayılır bu havalara.” diyorlar. Bayıldığı belli; ortalığı sarmış sarmalamış zaten, evleri kuşatıp dayanmış pervazlara.

Fındık para kazandırır mı bilmem, ama Karadenizli ondan vazgeçemez. Bir kere; tatlıları, çörekleri ayrı düşünemez ondan. Sonra, dağıtmaktan haz alır. Gurbete yollar, konuğunun yanına katar. Yoksa; fındığın toplanması bir zordur, kurutup harmanlanması bin zor. Fareler tatlı belâ, siz ne yaparsanız yapın; onlar KDV’lerini keser, malı götürürler.

Çay ise uzun ömürlüdür, kalenderdir. Öyle bakım da istemez, ama toplanması ömür törpüsüdür. Tütün işine ise, göçmenler bakarlar. Karadenizliler, mısıra bayılırlar. Tazesini suda haşlar, sütlüsünü köze yatırırlar. Ama ekserisini kurutup kışa ayırırlar.

Yörede, futbol oynayacak kadar olsun düzlük yoktur. Öyle başakları sararmış bir tarla ve bir harman yeri bulamazsınız asla. Yörede sınırlı sayıda bitki yetiştirilir; çay, tütün, fındık bir de... Bir de mısır elbette...

Bulutlar yağmur yüklüdür. Toprak daima ıslak, eh ortalık da yeşildir; hani o “gümrah“ denilenden. Yaprakların üzerinden damlalar eksik olmaz, gövdeler ağustosta bile yosun kaplıdır. Ormanlar yangın denen şeyi henüz bilmezler. Rabb’im göstermesin yine de.

Bir yanda boz bulanık sahra, toprak damlı evler; diğer yanda hırçın deniz, hoyrat dereler, bulut yüklü ufuklar, çıra kokan konaklar, çamlarla boğuşur ya da uğraşır yamaçlarla. Kimi uçsuz denizlere açılır, kimi çekilir ıssız vadilere.

Ne hikmettir bilinmez, dostlukta sınır tanımayan bu sıcakkanlı insanlar evlerini kuytulara kurar ve kendi hâllerince yaşarlar. Havası, suyu, evi, köyü, çiçeği, böceği... Bunlar, benzerleri bulunan şeyler. Aslında burayı cazip kılan şey vardır: insanı, insanlarımız.

Ayfer Duran / Yerel Yönetimler

Karapınar

“Kendimi buldum ayak bastığımda sana, / Anama babama hasret kaldığımda, / Ruhumu kandırdım çöl rüzgârlarında, / Aradım, gerçeği buldum ıssız sokaklarında. / Pişmanlık mı, asla!

Isındım alnımı her kaldırdığımda gökyüzüne, / Ne olduğumu nereden gelip nereye gittiğimi, / Anladım sende mutluluğu, sevdayı, hasreti, / Rüyalarımın gerçeğe dönüştüğü günleri... / Bir Eylül sabahı...”

Bir eylül sabahı tanıştım seninle. İçimde bir burukluk, yüreğimde tarifsiz bir elem ve tek başına kalmanın o anlamsız korkusu. Hani uçmasını öğrendikten sonra bir kuşun yuvasından ayrılması var ya işte öyle...

Ne de çok korkutmuşlardı beni seninle. Karapınar dediler mi ruhum sıkılır, şu lânet yerden ne zaman kurtulacağım diye derde düşerdim. Hatırlıyorum da her okul dönüşünde şafak sayardık odadaki arkadaşlarla. Hep bir ağızdan söylediğimiz memleket şarkıları da cabası tabii ki.

Seninle geçirdiğim her gün, her dakika, her saniye bir zulümdü sanki bana. Şu yağmura hasret bozkırda; hayatlarında hiç üniversiteli görmemiş gibi yüzlerimize bakan erkekleri, kadınları, çocukları... Buraya geldiğimize geleceğimize bizleri pişman eden soğukluğun ve sessizliğin.

Anlayacağın, her hâlinle nefret ettiriyordun beni kendinden. Ama bilmezdim ki, bu nefret bir gün çok büyük bir aşka dönüşsün. Hem de, Leyla’nın Mecnun’a olan aşkından bile büyük bir aşka.

Sen neler öğrettin biliyor musun, şu Karadeniz’in bağrından kopup gelmiş bîçare eğitimzedeye; insanlığı, dostluğu, fedakârlığı, acıyı, hüznü, sevgiyi, sevdayı, yaşamayı, nefes alıp vermeyi.

Sen Karapınar; sen öğrettin bana anamın babamın kıymetini, her gün ölesiye kavga ettiğim kardeşlerimin, eşimin, dostumun sevgisini...

Sakın hor görme kendini, kimse beni sevmiyor diye. O sevmiyorum diyenler için bile bir başkasının inan; taşınla, toprağınla bambaşka. Tamam, kimseye kızmıyorum sana alışamadılar diye. Çünkü, herkesin memleketi kendisine başka bir güzel gelirmiş. Ama hiç kimse de senin hakkını inkâr etmesin.

Sen; hor görülecek değil, baş tacı yapılacak bir yersin. Belki düşüneceksin, beni bu kadar nasıl sevebilirsin diye. Bunun cevabını inan, henüz ben de bulmuş değilim.

Ben ki, yeşilin bin bir tonunun bir arada bulunduğu bir memleketten gelmişim buraya. Burada o yeşilliğin binde birini, sadece Âli Tepe’de görüyorum. Ama, bu bile yetiyor işte bana. Âli Tepe’nin şu küçücük yeşilliği bile yetiyor.

Anlayacağın, insan sevince elindeki küçük şeylerle de mutlu olmasını öğreniyormuş. Sözün kısası, sen yeni bir hayat oldun Karapınar bana. Eğrileri, doğruları, yanlışları hep sende gördüm. Seninle yeniden geldim dünyaya. Ayaklarımın üzerinde durmayı seninle öğrendim.

Babamın yanında iken benim için hiçbir önem arz etmeyen paranın değerini bile sende öğrendim. Öyle ki, esnaflarla pazarlık yapmasını da seninle öğrendim. Kendimi buldum seninle, kendimi tanıdım. Varlığınla şu küçücük dünyama kattığın binlerce güzellik için sana sonsuz teşekkürler ederim. 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.