Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü üç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.
Senem Kadı / Ebelik
Osmaniye... Ruhumun Kaldığı Yer...
Yirmi yıl... Altmış-yetmiş yıla göre azımsanacak bir süre belki, ama benim bütün ömrüm. Bütün bir ömür, yani bütün yaşananlar…
Bütün çocukluk hevesleri, yaşla birlikte büyüyen hayaller, kalbimizin bir köşesinde büyüdüğünü hissettiğimiz sevgiler, her geriye bakıldığında, çocukluk saflığıyla oluşmuş ve içimizde yerini bir daha hiç bırakmamak üzere almış anılara tatlı gülümseyişler...
Ve hayatın belli bir döneminde bize ayaklarımız üzerinde durmamız gerektiğini haykıran ve bizi acımasızca içine çeken gurbet...
İlk ayrılış bu... Bir rüya olmalı diyorum, acı bir rüya... Annemden, babamdan, kardeşlerimden yani canımda can olanlardan beni ayıran bir rüya... Otogara getiriyor ağabeyim beni.
Karşımda duran bütün otobüslerin üzerinde kocaman ayrılık yazıları: Ankara, Malatya, İstanbul, Konya vs... Görmemek için gözlerimi kapatıyorum, aynı yazıları görüyorum gözlerimin karanlığında.
Gökyüzüne çeviriyorum bakışlarımı, bulutlar da düşman bugün bana diyorum, çünkü gökyüzündeki bütün bulutlar tek kelimede buluşmuş oluyorlar: ayrılık...
Hayat, yaşamak, kader ve tevekkül dolu düşünceler, ayaklarımı otobüse doğru sürüklüyor ve işte o an, otobüse bindiğim o an, ayrılık bütün hücrelerime işliyor...
Gözyaşlarım, benden habersiz süzülüyor yanaklarımdan. Ağabeyim bir şeyler söylüyor, duyamıyorum. Avuçlarımı sıkıyorum, ellerim acıyor, yüreğim acıyor... Ağabeyimin gözlerinde tekrar tekrar yaşıyorum bütün hayatımı.
Karaçay boyunca suların sesinde gizli yüzyıllık hasreti, büyük-küçük insanların yaşama telâşlarını ve içimde kopan fırtınaları paylaşıyorum, birkaç adımda bir yanında durduğum zakkum çiçekleriyle...
Bütün dünya meşgalelerinden uzaklaşıp kafamı dinlemeye koşuyorum, bir zamanlar Yunan işgalinden kurtulmak için Hacı Ökkeşlerin, Rahime Hatunların koştuğu yaylalara...
Geçmişin kokusunu alıyorum, çam ağaçlarının mis kokusunda... Masmavi gökyüzünü yemyeşil ovalarla birleştiren doğa çizgisinin, geçmişle bugünü birleştiren hayat çizgisine ne kadar benzediğini düşünüyorum.
Ve uzayıp giden ova, hayatın da uzayıp gittiğini, yaşanası nice güzellikler olduğunu fısıldıyor kulağıma... Uyanıyorum... “Sayın yolcularımız, Konya’ya hoş geldiniz...” Yeni bir hayata, yaşanası nice güzelliklere hoş geldiniz...
Esra Konar / Ebelik
Ömr’ünden Sana
“Sen susunca çıldırıyor bu şehir ve bana benziyor, biraz değişiyor havası. Tüm rüzgârlar tersine esiyor. Güneş bilmiyor nereden doğacağını. Sen susunca oluyor bütün bunlar…”
Bu sözler öyle güzeldi ki, sanki tüm dünyanı benim üstüme kurmuştun. Biliyorum; sen, ben varsam varsın.
Bana “Ömr’üm” deyişin bile bir başkaydı. İnan her “Ömr’üm” deyişinde içim gıdıklanıyordu. Çünkü, öyle içten, öyle sevgiyle söylüyordun ki bu sözü; tüylerimin ürpermemesi mümkün değildi.
Hani demiştin ya, “Her gidişinde, hayatımdan bir gün eksiliyor. Ama her gelişinde, hayatıma bir yıl daha katıyorsun.” Kendi adıma da, senin adına da gerçekten çok güzel bir şey. Seni seven bir insanın hayatına renk vermek, onu mutlu etmek beni çok sevindiriyor.
Hatırlar mısın; karlı bir havada, karanlık, puslu bir akşamda, kafede çaylarımızı yudumlayıp, son bir el tavlamızı oynarken hiç farkına varmamıştık havanın karardığının.
Benim içimdeki eve geç kalma korkumu, seninse beni otobüse yetiştirmek için koşmanı hiç unutmadım. İlk defa seninle geç saatlere kadar birlikteydim. Bunun heyecanını da taşıyordum.
Bana bir gün “Sen güldüğünde, yüzünde oluşan o çukurlar var ya, işte beni oraya gömsünler.” demiştin. “Niye?” diye sorduğumda ise, “Hep orada kalıp, senin içine yerleştikten sonra, hiç çıkaramasınlar diye.” demiştin.
Biliyorsun, seni ben kalbime gömdüm. Oradan alabiliyorlarsa, sökebiliyorlarsa, çıkarsınlar alsınlar. Unutma ki, en az senin beni sevdiğin kadar, ben de SENİ SEVİYORUM.
Zehra İncedal / Ebelik
Kâbus
Her yer kapkaranlık, genzimi yakan, boğazıma kadar dolan bir hava hâkim ortamda. Vücudumu donduran sokağın siyah zift kokan asfaltına sere serpe uzanmışım.
Asfaltın üstünde duran taşlar, sırtıma bir iğne gibi batıyor. Beni işkence edilen insan gibi kaskatı kesiyor. Sürünmeye çalışıyorum izin vermiyor. Ayaklarım benden kopmuş gibi, gönderdiğim uyarılara cevap vermiyor, hareketimi kısıtlıyor.
Vücudumun her hücresi kendi başına acılar çekiyor. Başım vücuduma ağır geliyor, kıpırdamama engel oluyor. Belki küçük bir ışık olsa, ona dayanarak kıpırdayacağım, ama gözlerimi fal taşı gibi açsam da bir yararı olmuyor. Düşünüyorum ve kendimi zorlamamaya karar veriyorum.
Bir şey yapamıyorum ve acım gittikçe artıyor. Ağzımı açıyorum, ciğerlerimi nefesle dolduruyorum ve bağırmaya çalışıyorum, fakat olmuyor, başaramıyorum. Saniyeler geçtikçe, kendimi daha da kötü hissediyorum.
Artık, düşünemeyecek kadar yorgunum. Beni kurtarmaya, bu işkenceden alıkoymaya kimse gelmiyor. Bu, trafiği yoğun olan yoldan geçen hiçbir araba, kazayı fark etmiyor ya da fark etmek istemiyor.
Düşünüyorum, eğer yolda bir kaza görsem, arabamı hemen durdurur, kazazedeleri de hemen hastaneye götürürdüm. Fakat, kimse böyle düşünmüyor. Aradan kim bilir kaç saat geçiyor. Bir arabanın durduğunu duyuyorum ve arabadan inen biri bana doğru telâşlı ve hızlı adımlarla yaklaşıyor.
Montunun sert hışırtısıyla yanıma çömeliyor ve nabzıma bakıyor. Açmak için cebelleştiği fenerini sonunda açıyor ve yüzüme tutuyor. Gözüme fener tutmayı bırakıyor ve karşıdan karşıya geçerken hızla gelip bana çarpan arabanın bacağımda bıraktığı yarama yöneltiyor feneri ve incelemeye başlıyor.
İyileştirmek için son adımı atıyor, beni sarı taksisine bindiriyor… Gözlerim hâlâ açık; yine de bir şey göremiyorum, sadece hissediyorum, duyuyorum. Evet, hâlâ yaşıyorum. Bir anda gecenin sinsi karanlığı kayboluyor ve güneş doğuyor yeryüzüne.
Yüzüm soğuk suyla yıkanmış gibi; annemin ince, narin, tüy gibi sesi kulağıma bir ninni gibi geliyor. Dinliyorum, iyice dinliyorum, beni kaldırmak için adımı söylüyor.
Gözümü açıyorum ve uzun siyah saçlı, bembeyaz yüzü ve şeker pembesi geceliği ile annem, soru soran gözleriyle bana bakıyor. Yumuşak elini alnıma götürüyor, o anda anlıyorum, bütün bu yaşadıklarımın rüya olduğunu.