Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü üç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.
Fatma Biçer / Hemşirelik
Buğday Kokulu Konya’ma…
Konya’m! 1986 yılının soğuk ve karlı bir Şubat gecesinde topraklarında doğmuşum. Sen, bana, dünyaya gelir gelmez Mevlâna’nın torunu olabilme gururunu yaşatmışsın.
Tertemiz havanı teneffüs edip, annemin şefkat dolu bakışları altında, ninniler dinlerken değerini bilmedim, bilemezdim. Sonra biraz büyüdüm; etli ekmeğinin, fırın kebabının tadına varır, tarlalarında top oynar, parklarında çığlıklar atar oldum.
Derken Selimiye Camii’nde alnımı secdeye koyup iç huzuru buldum. Âşıklar Peygamberi’nin “Ne olursan ol, yine gel!” çağrısına kulak verip, semazenlerinin göz kamaştırıcı dansına hayran kaldım. Şimdi üniversiteli oldum ve değerini şimdi çok daha iyi anlıyorum.
İnce Minare, Arkeoloji Müzesi ve Sırçalı Medrese ile “Tarih nedir?” sorusuna sende cevap buldum. Mevlâna’nın görüş ve düşünceleri ile ufkumu genişletip; “Bizim dergâhımız umutsuzluk kapısı değil, umut kapısıdır.” sözüyle umutsuzluğa düşmemeyi öğrendim. Kısaca; sevgiye, barışa, kardeşliğe dair ne varsa, Konya’m senden öğrendim.
Konya’m! Ben senin; yeşilini, mavini, taşını, toprağını, kasabının kedisini, sokakta mendil satan çocuklarını, “Allah mavi gözlü yâr nasip etsin.” diyen dilencilerini, yer altı çarşısı girişindeki ak sakallı dedemi, İş Bankası önünde zabıtadan kaçan seyyar satıcılarını, Hacı Veyiszâde Camii önündeki nur yüzlü amcalarını, hacı tülbentli ninelerini, Mevlâna’da dilek havuzuna para atan sarışın Alman turistlerini, çekik gözlü Japonlarını, otobüslerde yaşlılara yer verebilen cömert öğrencilerini, yeşil beyaz renkleriyle Konyaspor’unu ve küfretmeyen taraftarlarını seviyorum.
Konya’m! Gökyüzünü seviyorum. Mavinin en güzel tonlarını burada buluyorum. Konya semaları; hayallerimin mekânı, oyunlarımın sahası, kahkahalarımın limanı… Semalarının sonsuz maviliği, oradaki sonsuz sevgiyi simgeliyor bana göre.
Karanlığındaki parlak yıldızlar güven veriyor, sanki “Her karanlık gecede bile biz varız, üzülme” diyorlar. Aydınlığı simgeliyor Güneş, içimi ısıtıyor.
Kahvaltımı Güneş’le birlikte yapıyorum, akşam yemeğimi Ay’la yiyorum. Yıldızlarla koşup oynuyor, yorulunca bulutların üzerine uzanıp harika bir uykuya dalıyorum.
Yağmur sonrası açılan gökkuşağından kayarak Meram Bağları’na iniyorum. Oradan; doğru burcu burcu bereket kokan, buğday kokan Konya Ovası’na, bembeyaz papatya tarlalarına, al al gelincik bahçelerine, hanımellerinin büyüleyici kokusuna…
Konya’m! Ağlamayı seviyorum, üzüldüğüm zaman caddelerinde; gülmeyi seviyorum, sevindiğim zaman yağmurlarının altında. Seni sen olduğun için, içindekileri ise seni sevdiğim için seviyorum. Seninle, sende yaşamayı seviyorum, nefes aldığım sürece…
Hüsniye Darıkuşu / Hemşirelik
Bebeğim Antakya
Bir bebek var. Torosların arkasında, güneyde en uçta, Akdeniz ile komşuluk yapıyor. Küçücük, mavi gözlü bir bebek. Bazen yürümeye çalışıyor, henüz başaramıyor, ama gücü her gün biraz daha artıyor. Bebeğin adına “Antakya” diyorlar.
O’nu görmek, için her gün birileri ziyarete geliyor. Bu insanların çoğu yabancı. Küçük Antakya’nın o sıcacık havasına kapılıp kendilerinden geçiyorlar. Yanından ayrılmak, onlara çok zor geliyor. Ayrılsalar bile bir daha geliyorlar.
Bu bebeğin gözlerinde masmavi denizleri görmek mümkün, bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz. O çarşaf gibi denizde yüzüp serinlesem diye iç geçiriyorsunuz. Hele gözlerindeki gülüş, size sahildeki eğlenceleri anımsatıyor. Ağlayışı bile bir başka. Her gözyaşı, Harbiye Şelâlesi gibi çağlayıp ayrı bir duygu seli yaşatıyor.
Saçlarına dokunmak istiyorsunuz, fazla gür değil, size Akdeniz’in maki bitki örtüsünü hatırlatıyor; “Olsun” diyor, yine de bebeği incitmeden ellerinizi başında gezdiriyorsunuz. Elleriniz aşağıya doğru ilerledikçe, iki yanak arasında Amanos Dağı’na rastlıyorsunuz. “İşte, burnu.” diyorsunuz.
Sıra bebeğin ağzına geliyor, “Şunu biraz konuşturalım.” diye düşünürken, o başlıyor kendince bir şeyler söylemeye. Kelimelerin bazısı Türkçe, bazısı Arapça.
Etrafında gezen bazı insanlar Arapça konuşmayı biliyor. Belli ki, komşuları Arap. “Olsun.” diyor, siz de onunla sohbet etmeye çalışıyorsunuz. Siz konuştukça, o daha fazla açılıyor, sıcak sözleriyle size daha fazla yaklaşıyor.
Böylece aranızda bir samimiyet başlıyor. Ellerine, ayaklarına bakıyorsunuz, konuşurken şirinlik yapayım diye bu uzuvlarının da hiç durmadığı görüyorsunuz. “Allah’ım bu ne tatlı bebek!” diyorsunuz. Minik Antakya, boğazına da bayağı düşkün bir bebektir.
Yemeklerden; en çok oruğu (içli köfte), etli aşureyi, kâğıt kebabını, şiş böreğini ve şiş kebabını seviyor. Nar ekşisiyle yapılan yemeklere bayılıyor. Tatlılardan ise; künefeye, ekmek kadayıfına tam anlamıyla hasta, özellikle kaymaklı kerebiçten ve kömbeden vazgeçemiyor.
Minik Antakya’yı bütün sevenleri gibi ben de çok özledim. Okulun biteceği günü iple çekiyorum. Otobüs biletimi bile şimdiden ayırttım. Has Seyahat 5 numaralı koltuk ile ayın dokuzunda ona kavuşmak için çabalıyorum.
“Küçüksün diye umursamadım sanma,
Doyamadan ayrıldım zorla,
Büte bırakmazsa hoca,
Döneceğim Haziranın dokuzunda.”
Neslihan Savran / Hemşirelik
İlk Sevgilim
Hayatta tanıdığım ilk erkek, ilk aşkım, ilk sevgilim… Hayatım boyunca onsuz olamayacağım tek erkek, babam. Her çocuğun gözünde babası bir kahraman ve o, dünyanın en iyi insanı..
O evde yokken içime dolan hüzün tüm evi sarardı. Benim hüzünlendiğim kadar kardeşlerim de hüzünlenirdi. Evet, biz üç kız, aynı erkeğe âşıktık. Üçümüz de aynı şeyi düşünürdük “Babamla evlenmeyi.”
Babam annemi nasıl severse, bizi de öyle severdi. Aslında, onun dört sevgilisi vardı. Biliyorduk ki, biz ona nasıl bir aşkla bağlıysak, o da bize öyle bağlıydı.
Her gece eve geldiğinde hepimizi teker teker öperdi. Bir sevgili gibi, üşümeyelim diye bizim üzerimizi örterdi, gecenin tüm kötülükleri örttüğü gibi.
Her sabah okula gittiğimizde çıkardı cebimize koyduğu paralar…. Hâlâ aklımdadır anlattığı masal: “Üç Güzel Kız ve Güzel Anneleri”
Şimdi anlıyorum da; orada anlattığı biziz, oradaki babanın güvencesiyiz, umuduyuz, masaldaki gibi altın bilezikleriyiz. Ilık bir rüzgârın tenimizi okşadığı gibi okşardı saçlarımızı yumuşak elleriyle. O zaman anlatırdı, kızlarına nasıl güvendiğini.
Anlatırdı geleceğimizi, o da istemezdi bizden ayrılmayı. Anlatırdı dört sevgilisini de... Hepimiz aynıydık onun gözünde, taşırdı dört sevgisini de yüreğinde. Acısını da taşırdı, ama kimseye belli etmezdi.
Belliydi kaygısı vardı, dört ayrı aşkı vardı, her biri için kalbi ayrı ayrı atıyordu. Beraberken yaşadığımız çocukça mutluluk, hepimizin gözünden okunurdu.
Hep severdi, kızdığında bile severdi. Aslında yapmacık bir kızgınlıktı onunki. Yavru kedinin annesine sırnaştığı gibi sırnaşırdık, dayanamazdı. Biliyorduk ki, bize dayanamayacaktı.
Küçük bir tebessüm şımartırdı bizi. Vazgeçemezdi üç canından. Kendisinin de söylediği gibi “Benim sadece üç kızım var, üç altın bileziğim.” Nasıl geçerdi bizden?
Şimdi ayrıyız, ama aynı çarpıyor yüreğimiz. Derler ki, “Birbirini seven yürekler, görünmez iplerle bağlıymış, birbirinden ayrılınca ipler gerilir, yürekler acırmış; ama asla kopmazmış.”
Biz birbirimize kördüğümle bağlıyız. Aramızdaki kilometrelerce mesafe kadar bağlıyız, hem de ömür boyu.