Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü üç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.
Rabia Dede / Basım ve Yayın Teknolojileri
Türk’sen, Türkçe Kullan!..
Geçmişimizi, dillere destan tarihimizi, Karacaoğlan’ın aşkını, Mevlâna’nın hoşgörüsünü, Hoca Nasrettin’in fıkralarını, destanlarımızı, vatanımızı, toprağımızı, Çanakkale şehitlerimizi öğrendik ana dilimiz sayesinde…
Bizi biz yapan, diğer milletlerden ayıran, her karışı oluk oluk kanla kazanılan vatanımızı tüm dünyaya haykıran dilimizdir. Türkçemiz, elimizdeyken yüreğimizdeyken ona sahip çıkmıyoruz ve hep yanımızda, bizi bırakmaz diye umursamıyoruz ve onun yok oluş haberlerine duyarsız kalıyoruz; ama ellerimizden uçup gidince, her şeyin farkına varıyoruz ve onun kıymetini ancak o zaman anlıyoruz.
Türkçenin günümüzdeki kullanışı içler acısıdır. Özellikle de işyeri isimlerinde yabancı kelimelere ağırlık verilmektedir. “Kule City”, “Word Center”, “Konya Hospital”, “Clup Cord”, “Happy Hamile Dünyası”, “Dentium”…
Aynı zamanda gençler, kendi aralarında yeni bir dil türetmişler; “amip”, “mal”, “pampa”, “artiz”, “bb”, “sçs”, ciks olmak” gibi ucubeler kullanıyorlar. Sınav kâğıtlarında bile yer alan bu kelimeler, internet ortamında ve telefonda daha çok tercih ediliyor. Biz de, hiçbir şey yapamadan Türkçenin kayboluşunu izliyoruz.
Üniversiteye geldiğim gün, ders programına baktığımda Türk Dili dersini görünce “Yine mi?” demiştim. İlköğretimde Türkçe, ortaokulda ve lisede Türk Dili ve Edebiyatı, üniversitede Türk Dili; hep bildiğimiz konular diyordum. Ama kıymetli Şakir Hocamız bize Türk Dili’nin farklı bir yüzünü gösterdi; Türkçenin kayboluşunu, nasıl kullanıldığını anlattı. Onun sayesinde; etrafımdaki isimlere, konuşmalara artık daha çok dikkat ediyorum.
Bizler, Fatih’in Kostantiniyye’yi fethedişini, doksan bin Sarıkamış şehidini, Mimar Sinan’ın Selimiye’sini, Orta Asya’dan göçleri, ulu önder Atatürk’ün 01.11.1928’de gerçekleştirdiği harf inkılâbını, İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluşunu, Gölcük depremini, Oğuz Kağan Destanı’nı, Sütçü İmam’ın cesaretini, Anadolu’nun coğrafyasını Türkçe sayesinde öğrendik.
Türkçe; yaşatılmalı, değiştirilmeden, yıpranmadan öz hâliyle gelecek nesillere aktarılmalı ve yaralı bir güvercin gibi kanat çırpmamalı…
Esma Gültaş / Gıda Teknolojisi
İğneyi Kendime, Çuvaldızı Kim İsterse…
Doğrusu kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi; buğulu sesli sevgili Esmeray’ın “Gel teskere, gel teskere, bitsin bu gurbet; yolunu bekleyen yârin yüzüne hasret.” dizelerinde geçen ‘teskere’ kelimesinin askerlik mezuniyet belgesi anlamında olmadığı ve anlamının ‘sedye’ olduğu, parçada asıl kullanılması gereken kelimenin ‘tezkere’ olacağı…
Hele hele nüfus cüzdanlarımızın medeni hâlimizle ilgili sütunlarında yazılı bulunan ‘bekar’ kelimesinin bildiğimiz ‘bekâr’ olmadığı ve anlamının ‘nota işareti’ demek olduğu… Türk Dili dersi, bana hayatımızda önemli yerleri olan bu iki kelimenin anlamını öğretti.
Öğrettiği sadece bu iki kelimeyle sınırlı değil elbette. Dersin derinlerine daldıkça; Türk Dili’nden ne kadar uzaklaştığımızı, tamamen özentiyle yıkanan beyinlerimizin bizi ne hâle getirdiğini gördük. Öyle bir hâldeyiz ki; Türkçeyi ne kadar konuşuyorumun sorgusu içerisindeyim.
Doğruya ulaşmak için, işe öz eleştiriyle başlamak lâzım. Şimdi kendimi eleştiriyor; “dana” ve “dânâ”nın ne olduğunu neden daha önce öğrenmedim diyorum.
Aslında ikisi de bir isim; fakat “dana” bir hayvanı temsil ederken, “dânâ” tarihe iz düşürmüş büyük bir insanı temsil etmektedir. Bunu şimdi öğrenmek ne kadar acı olsa da, içimde öğrenmenin bir mutluluğu var.
Eleştiriye devam… Ben ne “banyo yapmak” için bir inşaat ustasıyım, ne de “banyo almaya” çıkmış bir pazar müşterisiyim. Ayrıca, “banyo olmak” gibi uçuk bir fikrim de olmamalı. Ben ancak yıkanabilirim!
Of… Ooof… Neresinden tutsam elimde kalıyor. Şu “e-mail”lerden kurtulup da, mektuplarıma bir dönebilsem. Seyirlik keyiflerde ayıla bayıla dilime doladığım “Kal geldi.”yi bıraksam da, olduğu yerde hiç kıpırdamadan öylece kalakalsa…
Biraz canım yandı. Kendimi eleştireyim tamam, tamam da ya benden öncekiler! Onlar da az değilmiş hani… Kırk yıl düşünsem, sabah sofrasında “tavuksal fırlangaç” yemek aklıma gelmezdi. Oysaki, haşlanmış “yumurta” yanında biraz baharatla ne iyi giderdi! Fırlatıp atmak lâzım, tavukların hayatından gereksiz kelimeleri.
Konu yemekten açılınca, söz hemen bitmiyor tabii. Küçücük bir çizgi, insanın midesini bulandırmaya yetiyor. Yolunu şaşırmış bu çizgi, gidip “sac kavurması” nda bir yer buluyor kendisine ve buyurun “saç kavurma”ya. Karnım sabahtan toktu zaten.
Deeermişim… Deermişim…
Ben bu dersi görmeseymişim, daha çok yanlışı dilime söyletip hâlimi eleştire eleştire bitiremezmişim.
Dertliyim dostlar dertliyim, hem de dilimden…
“Good bye!” desem son bir kez ve dişlerimle dilimi ısırıp “Hoşça kalın.”, “Hoşça yaşayın.” diye can havliyle feryat etsem. Her şey için çok teşekkür ederim Hocam.
Sümeyya Ekin / Bilgisayar Programcılığı
Türkçeye Sevdalıyım…
Nerden başlayacağımı bilememenin korkaklığıyla yazıyorum bu yazıyı. Tarih boyu bütün medeniyetlerin büyük bir hayranlıkla izlediği, bir milletin o güzel dilini anlatamamaktan korkuyorum belki de.
Korkularım sadece bunlar değil; kafamı kaldırıp baktığım her levhada, insanların çocuklarına koydukları isimlerde ve yaşantılarını bir zamanlar bize benzetmek için büyük çaba sarf eden Avrupalılara özenen Batılılık budalası insanlarımıza güzel Türkçemizi doğru anlatamamaktan korkuyorum.
Her hâlde biraz derin girdim konuya… Selçuklu başkenti bu şehrin sokaklarında gezerken, bir kıraathanenin ismi canımı sıkıyor: İstan Blue. İçeri girip ne akla hizmet bu ismi koyduklarını sormak istiyorum; ama sormuyorum çünkü alacağım cevaptan korkuyorum.
Cevap mı? Gençlerin ilgisini daha çok çekiyormuş… Gençlerin, bu milletin evlâtları olduğu geliyor aklıma. Söyleyemediklerim düğümleniyor boğazımda…
Bırakın benim düşüncelerimi, dünya milletleri Türkoloji Enstitüleri açarken; benim insanımın Batı hayranlığıyla lokantaya restoran, hastaneye hospital, okula kolej, cankurtarana ambulans demesi içimi acıtıyor.
Hatta Türk Dil Kurumu’nun Türkçeyi doğru kullanmak için başlattığı çalışmalarla dalga geçen akademisyenler bile var. Ha onların da nereden beslendiklerini belli ya boş verin, ya da boş vermeyin… Öyle bir sahip çıkın ki bu güzel dile, hadlerini bilsinler.
Neden sahip çıkmamız gerektiğini sizlere şöyle anlatayım: hiç "mother diye ağlamadım. Sevdiğimin gözlerine bakarak I love you demedim. Hiç benim peder çok delikanlı adam demedim. Sevdalarımı çirkinleştirmedim özentilerle. Ben anama sarıldım, yârimin gözlerine bakarak seni seviyorum dedim. Benim babam büyük adam dedim. Niye mi?
Çünkü ben Türk’e, türküye, Türk’ü anlatan türkü söyleyen Türkçeme sevdalıyım.