Dost ve arkadaş anlamına gelen sahabe sözcüğü, terim olarak Hz. Peygambere inanan, en az onu bir kere görüp kendisiyle sohbet etme şerefine eren ve Müslüman olarak vefat eden kadın ve erkeklere denir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Muhammed (a.s), ilk Müslüman kuşak olan sahabelerin arkadaşı olarak anlatılır. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
(Ey Muhammed!) De ki: "Ben size ancak bir tek şeyi, Allah için ikişer ikişer, teker teker kalkıp düşünmenizi öğütlüyorum. Arkadaşınız Muhammed'de cinnetten eser yoktur. O şiddetli bir azaptan önce sizin için ancak bir uyarıcıdır." [1]
Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed haktan) sapmadı ve azmadı.[2] Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de ilk Müslümanlardan olan Hz. Ebu Bekr’den söz edilirken Hz. Muhammed’in arkadaşı tabirinin kullanılması anlamlıdır.[3]
Müslümanlar nezdinde sahabenin önemi ve değeri büyüktür. Çünkü onlar, İslam’ın ilk yıllarında Hz. Peygamberin yakınında yer alıp sohbetinde bulunmuşlar, onu himaye edip sünnetini kendilerinden sonraki nesillere aktarmışlardır. İslam’ın yayılmasında büyük fedakârlıklardan kaçınmayan sahabe, ilk defa inmeye başlayan Kur’an’ın nüzulüne de şahitlik etmiştir.
Sahabe kuşağı, Hz. Peygamber'in vefatından sonra İslam’ın temsilcileri olarak yaşamış, gerek Hicaz bölgesinde, gerekse fethedilen yeni bölgelerde İslam’ı, güçleri nispetinde duyurmuş ve öğrenciler yetiştirmişlerdir. Bu sebeple sahabenin İslâm ilim tarihinde olduğu kadar; iman, amel, edep, zühd, vera, takva gibi dini-ahlaki alanda da müstesna bir konumu vardır. Bundan dolayı onlar, Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in hadislerinde övülmüşlerdir. İslam’ın yayılması ve kuvvetlenmesinde hiçbir özveriden kaçınmayan sahabe hakkında birçok âyet vardır.
Kur’an ve hadislerde Yüce Allah’ın Hz. Peygamberin yakın arkadaşları olan sahabelerden razı olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla bu nasların her biri, sahabenin adâleti hakkında delil teşkil eder. Ama bütün bu naslara rağmen İslam tarihinde Hâriciler ve Şia mezhebi mensupları, ilk Müslümanlar arasında meydana gelen Cemel ve Sıffin vak’alarında Hz. Ali karşısında saf tutan sahabeleri tekfir etmekle kalmamışlar, onların adâletlerini tartışmaya açmışlardır. Ehl-i Sünnet ise, Hz. Peygamberin sahabelerinin her birini hayırla anmak gerektiğini ifade etmiş, ayrıca naslarla adâleti isbat edilmiş olan sahabeye tan etmekten şiddetle kaçınmanın gerekliliği üzerinde durmuşlardır.
Eğer ashaptan olan birisinin sahabî olduğu, Hz. Ebû Bekir hakkında olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’de delalet yoluyla belirtilmişse[4] onun sahabi olduğunu inkâr etmek, dinden çıkma sebebidir. Çünkü bu, Kur’an’ın bir ayetini inkârdır. Kur’ân-ı Kerim’de kendisi ile ilgili açık bir ifade bulunmayan bir sahabenin, sahabi olmadığını söylemek ise küfrü gerektirmese de Müslüman’a yakışan bir davranış değildir. Çünkü onlar İslam için canlarını ve mallarını feda etmişler, Cenâb-ı Hakk’ın övgüsüne mazhar olmuşlardır.[5]
Elbette sahabenin Hz. Peygambere yakınlık derecesi farklı farklı olmuştur. Örneğin, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi sahabeler onunla daha yakın ilişki içinde bulunmuşlardır. Ehl-i sünnet âlimlerince sahabenin tümü güvenilir kabul edilmiş ve fıkıh ilminde onların görüşleri kaynak olarak değerli görülmüştür. Bu sebeple biz Müslümanlara düşen görev, ehl-i beyitten olan veya olmayan şeklinde bir ayırım yapmadan sahabelerin hepsini hayırla anmak, kendi aralarında ortaya çıkan hususları ise, Allah’a bırakmaktır.