Yurdumuzda yaylacılık, yaylaya çıkma geleneği, Orta Asya bozkırlarından gelip, Anadolu’yu yurt edinmemizden bu yana sürüp gelen bir gelenektir. Bu gelenek geçmişte ekonomik değerlere dayanıyordu. Günümüzde birçok bölgemizde ekonomik yönü kalmamış, eski bir alışkanlıkla sürdürüle gelmektedir. Geçimini küçükbaş hayvancılıkla sağlayan dağ köylerimizde bu gelenek ekonomik bir faaliyet olarak halen devam ediyor.
Yaylacılık geleneğini sürdüren dağ köylerimizde köy, kasaba çevresinde bir yerleşiklik hâkim. İlkbahar aylarında yaylaya çıkan üretici, güzün havalar soğuyunca köyüne/kasabasına dönüyor. Bunların sürüleri genellikle koyunlardan oluşmakta, sürünün içinde çok az keçi bulunmaktadır.
Yaylacılık geleneği birçok bölgemizde eski bir alışkanlık olarak sürdürülüyor. Karadeniz yaylalarında böyle, insanların küçük/büyük baş hayvanları olmasa bile geçmişten gelen bir alışkanlıkla kısa bir süreliğine de olsa yaylaya çıkıyor.
Beyşehir Gölünün batı kıyılarına çıkan Alanya yaylacıları göçerliği ve hayvancılığı kısa bir süre önce bıraksalar bile mayıs ortalarında yaylaya çıkıyorlar. Bunların çoğu yayla çevresinde küçük araziler edinerek meyvecilik yapıyorlar.
Ermenek Sarıveliler yakınlarındaki Yörük Pazarı çevresine yaylaya çıkan Yörüklerin pek azında keçi ya da büyükbaş hayvan var. Nisan sonunda Yörük Pazarı ve doğudan batıya uzanan vadilere yerleşen Yörükler burada kurdukları ıstarlarda kilim vb. dokumalar yaparak ailenin geçimine katkı sağlıyorlar. Bunların çoğunun geçim kaynağı ise sahillerde sahip oldukları seralardır.
Günümüzde Mersin ilimizin sınırları içinde Mut’tan, Bozyazı’ya geniş bir sahil bölgesinde yaşayan Sarıkeçililer ise binlerce yıllık bir geleneği hala sürdürüyorlar ve kara kıl çadırlarında yaşıyor, değişen mevsimlere göre göçüyor, kıl keçileriyle üretime devam ediyorlar. Onlar için göçmek bir gelenekten daha çok ekonomik bir yaşam biçimi.
Nisan ortalarında Toros yaylalarına doğru yola düşen bu insanlar eylül sonuna doğru yeniden sahilin yolunu tutarlar.
Göçerlik her ne kadar ekonomik bir temele dayanıyorsa da bir tutkudur aynı zamanda. Bir göçer yörük, iyi yazar Nezihe Araz’a çok güzel ifade eder bu tutkuyu. Nezihe Araz 1956 yılında iyi fotoğrafçı Ara Güler ile birlikte Karadağ’da yörüklerin arasına karışır, aldığı notları o yıllar Hayat dergisinde “Kırk Pencereli Konak” adıyla yayınlar. Göçerlerden Nuri dayı göç tutkusunu Nezihe Araz’a şöyle anlatır.
“Nuri dayı sözüne devam etti:
-“Lakin hanım abla, dedi, ne kadar sefillik, irezillik olursa olsun, yörüğe dur, desen, konma-göçme, desen, duramaz. Bu onun yapısında var. Mevsimin yüzünü kıştan yaza döndürmesini nasıl durduramazsan, ağaçların gövdesine baharla beraber su yürümesinin hak yaradandan başka kimse önüne geçemezse, yörüğün yayla hasretine de kimse karşı koyamaz, kan tutması gibi yayla tutar yörüğü…”
Günümüzde de sürüp gider bu hasret.